Dün akşam Balıkesir merkezli bir deprem oldu. Eskişehir de sallandı. Kimi mutfakta, kimi tramvayda, kimi balkonda… Hepimiz bulunduğumuz yerden aynı şeyi hissettik: Önce hafif bir uğultu, ardından kısa bir sarsıntı. Birkaç saniyelik o an, insanın zihninde uzun uzun yer ediyor.
Belki bu şehir deprem kuşağında değil diye biraz rahatız. Ama dün bir kez daha gördük ki, başka şehirdeki sarsıntı bile burada hissediliyor. Yan daireden koşarak çıkan komşu, balkona çıkan teyze, “deprem oldu mu” diye sosyal medyaya bakan genç… Herkes aynı sorunun etrafında birleşiyor: Hazır mıyız?
Bu şehir, 1956’da kendi merkezli büyük bir deprem yaşadı. Bir gecede yüzlerce bina yıkıldı, binlerce insan evsiz kaldı. O zamanlar elektrikler kesildiğinde, sokakları aydınlatan şey direklerdeki lambalar değil, kapı önlerinde biriken komşuların elinde titreyen fenerlerdi. Şimdi ise bir deprem olduğunda ilk ışık, telefon ekranlarımızdan geliyor.
Deprem sadece yerin altını değil, zihnimizin derinini de sarsıyor. O an, “ne yapmalı” sorusunun cevabını bulmakta zorlanıyoruz. Birkaç saniyeye sığan onlarca düşünce dolaşıyor akılda: Acaba nereye çökmeliyim, kapının eşiğine mi gitsem yoksa dışarı mı çıksam? Montumu almalı mıyım, cüzdanımı toplasam mı? Binadan çıkarsam güvenli bir yere varır mıyım, yoksa olduğu yerde kalmak mı en doğrusu? Bedenimiz sallanırken, zihnimiz bu soruların içinde savruluyor. Sonra birkaç dakika geçiyor, herkes kaldığı yerden devam ediyor. Sanki az önce o sessizlik olmamış gibi.
Ama belki de en çok, o sessizlikte düşünmemiz gerekiyor: Bir gün bu şehirde kendi merkezli bir deprem olduğunda, gerçekten hazır olacak mıyız?