Deniz Çağlar Fırat yazdı...

Bir kentin yaşam güzelliği sadece meydanlarında ya da parklarında değil, kamusal alanlarına nasıl muamele ettiğinde gizlidir. Son yıllarda şehirlerin neredeyse her köşesi bir “ücret tarifesi”yle çevrildi. Sokakta yürümek, ücretsiz ama arabayı koymak artık değil.

Peki neden?

Bir otoparktan ücret almak kimin hakkı, kimin yükü? Bir kentin otopark politikasını anlamak için önce temel bir soruyu sormak gerekir: Otopark bir hizmet midir, yoksa gelir kalemi mi? Türkiye’de neredeyse tüm belediyelerde otoparklar “gelir getirici işletme” sınıfında değerlendirilir. Bu durumun yasal dayanakları da Belediye Gelirleri Kanunu’nda açıkça belirtilmiştir: “Otopark işletmeleri belediyelere ait ticari faaliyet olarak kabul edilir, dolayısıyla ücretli hizmettir.”

Ancak işin kanuni kısmı kadar önemli bir başka boyutu var. Bu uygulama belediye finansman sisteminin daralmasıyla doğrudan ilişkilidir. Belediyeler, merkezi bütçeden aldıkları pay azaldıkça kendi gelir kaynaklarını artırma yoluna gitti. Bu anlaşılabilir bir ihtiyaç; ama bu ihtiyacın bedelini kim ödüyor? Vatandaş. Üstelik en temel kamusal hizmetlerden biri olan ulaşımın son halkasında: park etmekte…

BELEDİYELERİN GELİR DARLIĞI VE “OTOPARK EKONOMİSİ”

Bir zamanlar “kamusal kolaylık” olarak tasarlanan otoparklar, bugün “gelir getirici işletme” statüsüne dönüştü. Yani kentin ortak alanı, artık belediyenin kâr hanesine yazılıyor. Kısacası otopark, kamusal işlevinden koparılıp ekonomik bir nesneye dönüştürüldü. Oysa şehir dediğimiz yer, yalnızca yollar ve binalar değil; ortak yaşamın, eşit erişimin mekânıdır. Oysa şehirde otopark yalnızca “araç koyma yeri” değil, ulaşım zincirinin bir halkasıdır.

OTOPARK ÜCRETLERİ “TRAJİK PARADOKSTUR”

Bakın, herkes aynı koşullarda yaşamaz; herkesin kenti kullanma biçimi, gelir düzeyi, ulaşım tercihi farklıdır. Bu yüzden “kullanan öder” anlayışı, kent hakkını sessizce daraltır. Bir süre sonra, sadece belli bir gelir düzeyine sahip olanların “merkeze ulaşabildiği” bir şehir oluşur.
Geri kalan için merkez, uzaklaşan bir imkân haline gelir. Tıpkı kültür-sanat etkinlikleri gibi, heykeller gibi park etmek de bir “lüks”e dönüşür.

ÜCRETİN OLDUĞU YERDE KAMUSALLIK OLMAZ

Kamusal alanın en büyük özelliği, parayla ölçülememesidir. Eğer bir yere girmek, park etmek ya da bulunmak için sürekli ödeme gerekiyorsa, orası artık “kamusal” değil, “ticari”dir. Günümüzde de otoparklar bu dönüşümün en görünmez ama en etkili örneği haline gelmiştir.
Kent merkezinde nefes almak bile artık bir maliyet hesabına dönüşmüştür. Bu, sadece ulaşım değil, toplumsal adalet sorunu da yaratır. Çünkü otopark ücreti, gelir adaletsizliğinin mikro bir yansımasıdır. Oysa Belediye otoparkı kamu yararının bir parçası olarak yönetmek zorundadır.

YENİ BİR MODEL MÜMKÜN MÜ?

Evet, mümkün. Dünyada birçok şehir bu çıkmazı daha esnek modellerle aştı:

  • Zaman bazlı indirimli tarifeler: İlk 2 saatin ücretsiz olduğu veya sonraki saatlerin kademeli arttığı sistemler.
  • Abonelikli modeller: Şehir merkezinde çalışanlara veya esnafa düşük maliyetli park abonelikleri.
  • Ulaşım entegrasyonu: Park + tramvay ya da park + bisiklet istasyonları kombinasyonları.
  • Akşam/hafta sonu indirimleri: Yoğun saatlerde değil, boş zamanlarda otopark kullanımını teşvik eden fiyatlama.

Şimdi soruyu tekrar soralım:
Otoparklar neden ücretli?