Deniz Çağlar Fırat yazdı...
Eskişehir Büyükşehir Belediyesi’nin hayata geçirdiği Halk Et Market projesi kapsamında yeni açılan şubeleri sadece yeni bir satış noktası açılışı olarak görülmemelidir. Bu şubeler, bugün Türkiye’de milyonlarca insanın boğazından geçen lokmanın nasıl bir mücadeleye dönüştüğünün de açık bir göstergesidir.
Kurtuluş Mahallesi’nde başlayan Halk Et uygulamasının Esentepe ve Emek mahallelerine yayılması, özellikle dar gelirli kesimler açısından önemli bir mesaj içeriyor. Büyükşehir Belediye Başkanı Ayşe Ünlüce’nin seçim vaatleri arasında yer alan bu projenin kısa sürede üç şubeye ulaşması, yerel yönetimlerin yoksullukla mücadelede nasıl bir rol üstlenebileceğini de gösteriyor.
Bugün et, artık sofranın temel gıdası olmaktan çıkmış durumda. Öğrenciler için et, ayda bir yenebilen “lüks”; asgari ücretliler için hesap kitap gerektiren bir harcama; emekliler içinse çoğu zaman hayal. Pazara, kasaba ya da markete giren herkes aynı soruyla karşılaşıyor: “Bugün ne alabilirim, neyden vazgeçmeliyim?”
Bir öğrencinin bursuyla, bir emeklinin maaşıyla, bir asgari ücretlinin ay sonunu getirmeye çalıştığı bir ülkede “herkesin eşit koşullarda beslenebilmesi” artık sosyal politikanın merkezinde yer almak zorundadır. Halk Et Market bu anlamda bir yardım projesi değil; sosyal belediyeciliğin somut bir örneğidir.
Ama asıl kritik soru da burada ortaya çıkıyor. Belediyelerin et, ekmek ya da temel gıda satışı yapması gerçekten onların asli görevi midir? Yoksa bu uygulamalar, merkezi düzeyde uygulanan ekonomi politikalarının yarattığı tahribatı yerelde telafi etme çabasının sonucu mudur?
Sosyal belediyecilik elbette gereklidir; ancak bu gereklilik, aynı zamanda sistemsel bir başarısızlığa işaret eder.
Yerel yönetimler, merkezi iktidarın belirlediği ücret politikalarını ya da gelir dağılımını değiştiremez. Buna rağmen, ortaya çıkan tabloyla ilk yüzleşen kurumlar yine belediyeler oluyor.
Halk Et Market bu nedenle hem olumlu hem de düşündürücü bir örnektir: Olumludur, çünkü halkın sofrasına doğrudan dokunmaktadır. Düşündürücüdür, çünkü bu dokunuşun neden gerekli hale geldiğini sorgulamaya zorlamaktadır.
Sonuç olarak Halk Et Market’in Kurtuluş’tan Esentepe ve Emek’e uzanan yolculuğu bize iki gerçeği aynı anda hatırlatmaktadır:
1.Yoksulluk kader değildir; doğru tercihlerle hafifletilebilir. Ancak yoksullukla mücadele, yalnızca belediyelerin omuzlayabileceği bir sorumluluk da değildir.
2.Et yiyebilmenin bir refah göstergesine dönüştüğü bir ülkede, mesele etin fiyatından çok, hayatın ekonomik olarak nasıl örgütlendiği meselesidir.
Ne yazık ki bu yüzden “halk et yesin” çağrısı, aynı zamanda daha adil bir ekonomik düzen talebinin de sessiz ama güçlü bir ifadesi olarak karşımıza çıkıyor.