Hakkı Kabal yazdı...
Zaman değişti… Belki de hepimiz fark etmeye çalıştığımız halde asıl kırılmayı gerektiği kadar konuşamadık. Bir çağdan diğerine savrulurken, insanın elinden en çok da “ölçüler” kaydı. Doğruyla yanlışın, hakla batılın, erdemle şöhretin birbirine karıştığı tuhaf bir dönemde yaşıyoruz artık. Üstelik bu dönemin en tehlikeli aktörleri, kendi yanlışlarını dokunulmaz, kendi doğrularını tartışılmaz göstermeye çalışan o meşhur çağın sırtlanları…
Onlar, fikir adı altında hizipçiliği pazarlayan; nesiller adına, şehirler adına, hatta millet adına hüküm verme cüretini kendinde bulan yeni bir tipoloji. Kendilerince öyle bir dünya kurdular ki; yanlış yapınca susturulmayı değil, alkışlanmayı bekliyorlar. Hatalarına kalkan arıyorlar, hatalarına taraftar arıyorlar. Çünkü biliyorlar ki en büyük güç, sorgulamayan bir kalabalıkta saklıdır.
Ne yazık ki, bu kalabalığın karşısında hayat yolculuğunun henüz başında olan gençlerimiz duruyor. Adalet duygusunu yeni yeni filizlendiren, hakkı ilk kez tanımaya başlayan, gözü aydınlık geleceğe çevrilmiş nice evladımız…
Fakat bu çağın bulanıklığında, hakikatin sesi biraz kısılmış durumda.
Bugün genç; sadece doğruyu aramıyor, aynı zamanda “kime göre?” sorusunu da soruyor. Çünkü ona doğruyu söyleyenlerin bir kısmı, kendi yanlışlarını saklamak için doğruyu eğip büküyor.
Onların kafasını karıştıran da bu: “Yanlış yapan güçlü ise o yanlış susulması gereken bir sır mı?”
Hayır kardeşim…
Doğruya doğru, yanlışa yanlış diyecek cesareti kaybettiğimiz gün, hakikatin omurgası kırılır.
Adalet; insanın kimliğine göre şekil değiştiren bir kumaş değildir. Kişinin mezhebine, kökenine, partisine, mahallesine göre genişleyip daralan bir elbise hiç değildir. Doğru kimden gelirse gelsin doğrudur; yanlış kim yaparsa yapsın yanlıştır. Yanlışa göz yuman da, yanlışı savunan da yanlıştadır.
Bizim vazifemiz evlatlarımıza bunu öğretmek…
Nefsimizin eğip büktüğü bir düzeni değil; hakkın, hukukun, adaletin eğilip bükülemezliğini anlatmak. “Bak bu senin adamın, buna dokunma” diyerek değil; “Kim yanlış yapıyorsa bedelini öder” diyerek yetiştirmek zorundayız.
Çünkü biz gençleri ne kadar kaybedersek, yarını o kadar karartırız.
Bu ülkenin mayasında adalet vardır, merhamet vardır, insaf vardır. Ama bugün mayanın kabarmasını engelleyen bir şey var: Mahalleciliğin, hizipçiliğin, kör bağlılıkların tetiklediği bu çağ körlüğü…
Türkiye’nin daha yaşanabilir bir hava soluması için, artık bu körlüğü aşmak zorundayız. Mahallelerden değil, hakikatten yana saf tutmak zorundayız. Sessiz kalanların cesaretini, yanlış yapanların kibirden yapılmış zırhlarını paramparça edecek olan şey; doğruya sadakat ile yanlışa karşı durma iradesidir.
Bir ülke, gençlerinin omurgasına doğruluğu yazabilirse ayakta kalır.
Bir millet, “yanlışın sahibi” üzerinden değil “yanlışın kendisi” üzerinden hüküm verebilirse büyür.
Bir toplum, sırtlanların hilesine kapılmaz da hakikat ehlinin sesine kulak verirse, işte o zaman huzur bulur.
Bugün yazmak istedim; çünkü bu ülkenin gençleri hakikati hak ediyor.
Ve eminim ki hakikati savunan herkes, bu söze kulak verecek:
Doğruya doğru deme cesareti, bir insanın hem en ağır yükü hem de en büyük şerefidir.
Bu çağın sırtlanlarına inat, doğruyu ayakta tutmak zorundayız.