Çiğdem Arıman yazdı...

İstanbul Bienali, 1987 yılından bu yana düzenlenen köklü bir sanat etkinliğidir. Bu yıl 18.’si gerçekleştirilen bienalin teması “3 Ayaklı Kedi” olarak belirlendi. Bienalin ilk ayağı, 20 Eylül – 23 Kasım tarihleri arasında İstanbul’un Beyoğlu–Karaköy hattında sanatseverlerle buluştu. 30 ülkeden 47 sanatçının katılımıyla gerçekleşen bienal, “kendini koruma” ve “gelecek” kavramları etrafında şekillendi. Sergilerin yanı sıra performanslar ve film gösterimlerinden oluşan zengin bir kamusal program da bienale eşlik ederek kente canlı bir sanat atmosferi sundu. Bienal kapsamındaki sergiler; Elhamra Han, Eski Fransız Yetimhanesi Bahçesi, Meclis-i Mebusan 35, Külah Fabrikası, Zihni Han, Galeri 77, Muradiye Han ve Galata Rum Okulu gibi kentin önemli kültür mekânlarında gerçekleştirildi. Bienal mekânlarını bu yıl iki kez ziyaret etme fırsatım oldu. Sanata ilk bakışta resim, müzik, tiyatro gibi klasik disiplinlerle yaklaşsak da, 17. ve 18. Bienal tecrübelerim, bunun çok daha geniş ve derin bir dünya olduğunu gösterdi. Bienallerde karşımıza çıkan her obje bir hikâye taşıyor; hikâyesi olan her şeyin de bir ruhu olduğuna inanıyorum. Bu nedenle her yıl bienali büyük bir heyecanla bekliyorum. 17. Bienal’in konusu ağırlıklı olarak çevreydi; insanın çevreye verdiği tahribat güçlü bir şekilde işlenmişti. O bienalde gördüğüm eserler, kendi işlerimde içerik üretme konusunda bana büyük ilham verdi. Ancak bu yılki bienalden anladığım kadarıyla artık derdimiz çok daha büyük: Gelecek. Geleceğe dair olasılıklar, her birimiz için önemli ve belirsiz bir bilinmezlik olarak karşımızda duruyor. O dönem Eskişehir Ticaret Odası’nda kendi meslek grubumda meclis üyesi olarak seçilmiştim. Bu vesileyle meslektaşlarımızı, ajanslarda ve şirketlerde çalışan grafik sanatçılarını bir otobüs organizasyonu eşliğinde İstanbul Bienali’ne götürmüştük. Eserleri hep birlikte gezdiğimiz bu gezi, şehrimizde düzenlenen ilk toplu bienal ziyareti olması açısından benim için ayrı bir anı niteliği taşıyor. Bunu da bu vesileyle paylaşmak istedim. Bu yılki bienalde konular ilk bakışta dağınık görünse de, benim için ortak tema “ayakta kalma sanatı”ydı. Küratör her ne kadar bienali üç ayaklı bir yapı olarak kurgulamış olsa da, eserlerde yaşam mücadelesi, tutunma çabası ve hayatların içindeki eksiklik duygusu belirgin bir şekilde hissediliyordu. İnsanlığın geçmişten bugüne süregelen var olma çabası… Savaşlar, açlık, soykırımlar, ekonomik zorluklar ve hayata tutunmak için verilen bitmek bilmez mücadele. Bienaldeki eserler tam da bu gerçekliklerin etrafında şekillenmişti. Sanat, hayatın tam içinde yer alıyor; hayattan besleniyor ve bize farklı pencerelerden yeniden izletiyor. Dünyada milyarlarca insan var; her birinin derdi, hikâyesi, mücadelesi bambaşka. Teknolojinin baş döndürücü hızla ilerlediği, dünyanın adeta koşar adım değiştiği bu dönemde bu eserleri inceleme şansı bulmak benim için çok değerliydi. Her bir iş, kendi içinde derin bir anlatıya sahipti. Ancak tümüne birlikte baktığımızda, 47 sanatçının ortak bakışının tek bir cümlede buluştuğunu söyleyebilirim: Ayakta kalma sanatı.