Bu yazıyı okuduğunda kafası karışan okuyucularım, şimdiden affetsinler beni…

İnsanlar zıtlıkların olmadığı bir dünyada yaşamayı tercih ediyormuş gibi görünseler bile, var olan zıtlık içerisinde bir tarafta yer almaktan da oldukça haz alıyorlar.

Birçok düşünürün evreni zıtların şaheser bir uyumu olarak tanımlaması da bundan kaynaklanıyor, demek…

Çünkü her beklenti içinde yeni bir karşıtlığı barındırıyor. Yeni bir olmayanı arama çabasına itiyor, insanları…

Peki, bu zıtlıklardan kurtulmanın bir yolu var mı?

Hint felsefesine göre insanların zıtlıklardan ve hazlardan kurtulması ancak “Nirvanaya” ulaşmakla gerçekleşebiliyor.

Nirvana ise insanın tüm endişe ve arzularınızdan arınmayı başardığı, bir yokluk ya da hiçlik haline bürünmesi anlamına geliyor…

Oysa burada bile ulaşılan yokluk halinin ölçüsü, onun zıttı olan varlığa bağlı olarak anlaşılabiliyor. 

Çünkü bir şeyin zıttı diğerinin anlamını belirliyor; iyi ya da kötü, varlık ya da yokluk gibi…

Ne yazık ki zıtlardan biri diğerinden bağımsız olamıyor…

İşte insanlığın mağara duvarındaki çentiklerden, matematiğin temelini oluşturan sayıları keşfetmesinin altında da bir şeyin varlığı ya da yokluğu yatıyor. Yani zıtlıklar

Sözlü saymanın ne zaman başladığı tam olarak bilinmiyor ama, M.Ö. 30 000’lerden kalan kalıntılar, insanoğlunun varlıkları saymada/hesaplamada çentikleri, kemikleri, çakıl taşlarını ve en sonunda da parmaklarını kullanmaya başladıklarını gösteriyor.

Bunlar, bizim çocukluğumuzda saymayı ve hesaplamayı öğrenirken kullandığımız sayı boncuklarının (abaküsün) ilk uygulamaları, olsa gerek.

Çünkü onların hayatta kalabilmek için bilmeleri gereken en önemli şeylerden biri de, sahip oldukları varlıkları sayabilmek ya da ölçebilmekti…  

İşte gelinen bu noktada, örneğin sahip oldukları hayvanların sayısına göre mağara duvarına kazınan bir çentik, oyuğun içine atılan bir kemik parçası ya da çakıl taşına karşılık olarak keşfedilen 1 sayısından, içinde kaç tane 1 olduğunu ifade eden diğer tüm rakamlar oluşu verdi, uyarlık boyunca…

Peki yokluğun zıttı olan varlığı 1 sayısıyla ifade etmeyi başardık ama yokluğu görünür kılan hiçlik nasıl ifade edilecekti…

Oysa Nirvana (hiçlik) kültürüne sahip olan Hindistan’da, yokluğu ifade eden bir sembol mutlaka olmalıydı. Elbette böyle bir sembol vardı…

Bu sembol iki ucu birbirine bağlı bir çizgiden oluşan, ortası boş, ‘Şunya’ (ölümsüzlük kıvrımı) adı verilen çember şeklinde “0” bir görünüme sahipti.

Böylece matematiksel olarak çok marifetli olan ve bir sayının yokluğunu ifade eden sıfır rakamının keşfine kaynaklık etti, bu mistik düşünce…

Ardından Güney Asya'dan Orta Doğu'ya geçen sıfıra, İslam alimlerinin sahip çıkmasıyla bugün kullandığımız Arap sayı sisteminin bir kısmı oluşturuldu. Buradan da Haçlı Seferleri ile Avrupa'ya geçmeyi başardı…

Kolayca dokuza dönüştürülmesi ve rakamların sonuna birkaç sıfır eklenerek fiyat şişirme yoluyla sahtekârlık yapılmasına neden olduğu için sıfır, diğer bütün Arap rakamlarıyla birlikte suçlu bulunarak, 1299 yılında Avrupa'da yasaklandı.

Sıfırın Avrupa’da affa uğraması 15. yüzyıla kadar sürdü…

Bugün kullandığımız diğer bütün sayılar tarih boyunca şekil olarak büyük değişim geçirmekle birlikte, sıfır her zaman içi boş bir yuvarlak olarak kalmayı başardı.

Bugünkü sayı sisteminin vazgeçilmezi olan sıfır, bir niteliğin yokluğunu temsil etmektedir.

Böylece yokluğu ifade eden matematiksel bir varlık yaratılmış oldu.

Bir an yokluğu ifade eden sıfırın, bir zamanlar Avrupa’da olduğu gibi, kullanımı yasaklansa ne yapardık? Diye düşündüm…

Yokluğu ifade ediyor dediğimiz sıfır, altındaki ve üstündeki sayıların değerini belirliyordu…

Toplamada toplandığı sayıyı değiştirmeyen etkisiz, çarpmada sonucu sıfır yapan yutan, bölmede ise bir sayıya bölündüğünde sıfır sonucuna neden oluyor, böldüğünde ise sonuç tanımsızdı…

Anlayacağınız, varlık ifade eden diğer sayılarla işlem ilişkisine girdiğinde, hiçte yokmuş gibi davranmıyordu, sıfır

Bir sayının önüne geldiğinde değeri küçülüyor, arkasına geldiğinde değeri artıyor, hep bir şeylerin başlangıcı için, yok denilen sıfır kullanılıyordu…

Dünyayı cebimizde taşımamızı sağlayan dijital araçlar, ancak yokluğun sembolü olan 0 ve varlığı ifade eden 1‘in zıtlığından yararlanarak kodlanabiliyordu…

Diğer yandan ‘hayata sıfırdan başladım’ diyoruz, ortada duruyor varlığımız.  Deniz seviyesini sıfır kabul ediyoruz, denizin varlığını görmeye devam ediyoruz…

Elimizdeki olanakların bittiğini düşündüğümüzde ise zaten yok olan sıfırı tükettik diye hayıflanıyoruz. Ama ne yaparsak yapalım sıfır asla tükenmiyor…

Kısacası yokluğuyla hayatımızda var olmayı başaran tek şey, sıfır olsa gerek…

Bir ironi ile yazımızı tamamlayacak olursak; sıfır varsa, hala ümit var demek…

Prof. Dr. Cengiz TÜRE

Eskişehir Teknik Üniversitesi