Mükemmel eğitim modeli arayışından önce memlekette eğitime dair bir durum tespiti gerekir. Eğitimde ileri ülkelerden önce dönüp kendi durumumuza bakmalıyız. Bunu sadece ben demiyorum, Türk Yurdu dergisi 1916 yılında demiş zaten ve konu hakkında kendi ifadeleriyle “pek kıymetli bir belgeyi yayımlamanın bahtiyarlığını” duyurmuş okuyucusuna. Çünkü bu belgede, dönemin eğitimi -yerinde incelenerek- değerlendirilmiştir. Üstelik “müstesna bir muallime”nin kaleminden çıkmıştır. 

Türk Yurdu dergisinin “müstesna muallime” şeklinde takdim ettiği kişi elbette Halide Edib’dir. “Vakıf Kızlar Mektebi Fahri Müfettişi Halide Edib” imzalı “Vakıf Kız Mekteplerinin Senelik Raporu”nu iki bölüm hâlinde yayımlar Türk Yurdu dergisi. Öncesinde de uzunca bir takdim ile raporun eğitim ve eğitimciler için öneminden bahseder. Ayrıca kadın pedagojisi hakkında durumu gözler önüne sermektedir, der. Raporun ileride Osmanlı tarihini hakkıyla yazmak isteyen ciddi tarihçileri de ilgilendirdiğini ekler.

Günümüze kadar varlığını sürdüren Türk Yurdu dergisinin yayın hayatı 1911’de başlamıştır. Ele alacağımız yazı dizisinin bulunduğu sayıların kapaklarına baktığımızda derginin adının hemen altında misyonunu da görürüz: “Türklerin faidesine çalışır.” Türklerin faydasına çalışmayı kendine görev edinmiş derginin yayımladığı bu teftiş raporunu 12 Eylül 2019’da Edebiyat Dünyamız (ISSN: 2587-2435) sitesindeki “Tarih Gezgini” köşemde gün ışığına çıkarmıştım. Ancak site artık yayında olmadığından ve söz konusu raporun günümüz eğitim sorunlarına da ciddi çözümler sunduğunu düşündüğümden yazımdaki güncellemelerle birlikte okuyucularımın dikkatine sunuyorum.

Öncelikle “Eğitimin teftişi nasıl yapılmalıdır?” sorusuna cevap buluyoruz bu raporda. Yani eğitimin başarısı hangi kriterlere göre değerlendirilmelidir? Halide Edib (Adıvar); raporunun başında teftiş kriterlerini açıklıyor. Bunlar; “tedris”, “terbiye” ve “fikir terbiyesi”dir. Tedris, okutulan derslerde verilen bilginin miktarı ve niteliği ile ilgilidir. Bugün “öğretim” diyoruz. Terbiye ise işin “eğitim” kısmıdır. İnsanda beden ile ruh nasılsa “eğitim” ve “öğretim” de öyledir. Yalnız Halide Edib, “fikir terbiyesi”ni terbiyenin alt kategorisinde değil de ayrı bir başlık altında değerlendirmektedir. Nitekim beden ve ruh ikilisi; düşünme, muhakeme edebilme, sorgulayabilme ile anlamını bulur. Mesela Gençliğe Hitabe’deki kelimelerin anlamını öğrenmek, hatta onu ezbere okumak fikir terbiyesine girmez. Ancak mesela Gençliğe Hitabe’nin son cümlesi olan “Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur.” sözünün, esasında bir son değil bilakis bir yön ifade ettiği, bir başlangıç noktası olduğu, gösterdiği yönde Atatürk’ün Türk gençliğine tarih şuurunu, kimlik bilincini zorunlu kıldığı sonucuna ulaşmak fikir terbiyesinin bir ürünü olabilir. Zira bu söz ile nice bedellerle vatan kılınan, şehitler yatağı bu toprakların bulunduğu coğrafyanın kaderini hatırlatan Atatürk; Türk istiklalini, Türk cumhuriyetini koruyacak ve kurtaracak gücü, Türk gençliğinin yenilmezlik mührünü tarihin sayfalarına vurmuştur. 

Türk Yurdu’nun “bahtiyarlıkla” yayımladığı belgeye dönecek olursak söz konusu rapor, İstanbul sınırları içindeki toplam on bir kız mektebini kapsamaktadır. Halide Edib okulları birbiriyle karşılaştırarak sorunları tespit etmekle kalmıyor, -günümüze de ışık tutacak- çözüm önerileri sunuyor. Söz konusu rapor ışığında diyebiliriz ki Halide Edib’in eğitimde aradığı temel özellik eski Türk gelenek-görenek ve terbiyesinin iyi öğretilmesidir. “Ben terbiyede milliyet hislerinin verilmesine yalnız taraftar olmakla kalmıyorum, bir de bunu kendime pedagojik bir düstur telakki ediyorum.” diyerek kesin bir tavırla kırmızı çizgisini çizer. “Bugün bilhassa genç kızların tahsilde olanlarında tavır, eski vakur Türk tavrından pek uzaktır.” sözleriyle de eğitimde asıl sorunu ve üzerinde asıl durulması gereken hususu gündeme getirmektedir. Hatta meselenin kaynağını da gözler önüne sermektedir.

Bugün eğitimde tutulan yolla millî bir eğitimin mümkün olamayacağını söyler Halide Edib. Çünkü “nümayişkâr” yani gösterişten ibaret bir milliyetçilik öğretilir okullarda. Ve şöyle devam eder: “Küçük çocuklarla konuşunuz, hepsi büyüyünce harbe gidecek, hain düşmanları kahredecek, dünyayı alt üst edecektir. Fakat içinden yolları yapacak, köprüleri yapacak, mektepler açacak, tüccar olacak veyahut yeni bir güzellik yaratmak için ressam, musikişinas vesair olacağını söylemez.” Sorun ve kaynağının tespitinden hemen sonra çözümü de hazırdır Halide Edib’in: Ezber derslerinde seçilecek metinler “Allah’ı, tabiatı, insanları, refahı, güzelliği, çalışmayı ve sadece vatanı sevmeye sevk edecek şiirler ayırmalı ve yalnız onları çocukları talime muallimleri mecbur etmeli… Bütün bu güzel ve yüksek şeyleri çocuğa sevdirirsek ve çocuk memleketinde sade bunları yaratmakla uğraşırsa şüphesiz lazım geldiği vakit bomba, silah, barut edebiyatının yetiştireceği çocuklar kadar belki daha vakur ve sakin, memleketi için ölmeyi bilir.” Yani bağıra bağıra okunan, ölmekten bahseden değil sevmeyi, yaşamayı ve yaşatmayı anlatan metinler seçilmelidir. 

“Metin seçimi” demişken, bir edebiyat öğretmeni olarak iki çift söz söylemem gerekir: Edebiyat dersleri; şiir türleri, kafiye-redif; roman ve hikâye vs. bir sürü teknik ve edebî bilgi yükü demek değildir. Edebiyat dersinde okutulan metinler, edebî eser olmanın çok ötesinde bir nesli inşa etmektedir. Namık Kemal’in “Hürriyet Kasidesi” mesela… Ona sadece şiir deyip, hakkında birkaç kuru bilgi verip geçemeyiz. Başta Atatürk gibi nice vatanperver kahramanların karakterini inşa etmiştir böyle şiirler. Bu bakımdan müfredatta değişikliğe gidilirken; çağa uygun hâle getirmek yahut seyreltmek(!) gibi bir gerekçe ile değil, kültürümüzün yapı taşları seviyesindeki metinleri tek tek, isim isim belirleyip özellikle metin şerhine, içerik analizine geniş yer vermek amacıyla yola çıkılmalıdır. Hele metin seçimi; serbest bırakılamayacak, bireysel zevklere terk edilemeyecek kadar -bir millet için- hayati öneme sahiptir. 

Bu kısa aradan sonra -tekrar- rapora dönecek olursak Halide Edib; tarih öğretimini “pek fena âdeta yok derecede” bulur ve tarih dersinin önemi ile ilgili şu açıklamayı ekler: “Terbiye-i fikriye için umum medeni memleketlerin mektep programlarında çok mühim bir mevki tutan tarih, bizde de mevkiini alabilmek için mutlak kat’i bir adım atılmalıdır.” Bu cümlenin en başında tarih dersinin “fikir terbiyesi” için önemi vurgulanmaktadır. Yani onu “sözel ders” çerçevesi içine hapsedemeyiz. Sözel-sayısal her öğrencinin fikir terbiyesi için tarih dersi okul programlarında çok önemli bir yer tutmalı; bunun için kesin, net bir adım atılmalıdır. “Coğrafya” derslerinin ise küçük sınıflarda şehir coğrafyası ekseninde işlenmesini savunur. “Zararca olan coğrafya tedrisatının en bariz kusuru çocukların kendi memleketlerinden, bilhassa şehirlerinden pek uzak kalmalarıdır. Afrika ve Amerika berzahını, kanalını bilmekten ziyade çocuğa Adalar’ın mevki, Haliç’in iskeleleri, Boğaziçi köyleri, İstanbul dağları, dereleri, hatta sokakları lazımdır.” der. Yani bugünkü tabirle “yakından uzağa ilkesi”…

Halide Edib’e göre “Mekteplerin mutlak bahçesi olmasına gayret etmeli.” Sadece bir oyun alanı değil aynı zamanda açık hava sınıflarıdır buraları. “Küçükleri faydalanmaya ve güzelliğe alıştırmak için çocukların bir kısmını çiçek yetiştirmeye, bir kısmını da sebze yetiştirmeye alıştırmalıdır; …balıkları, kuşları, tavukları, tavşanları ile bahçenin sırf çocukların meşgul olup baktığı yerde hayvanat kısmı olmalı.” der. Bunların küçüklerde sorumluluk duygusu uyandıracağını, onlara merhamet ve insaniyet öğreteceğini, pratiklik kazandıracağını belirtir. Onun sınıf öğretmeni profilinde ise teneffüste çocuklarla birlikte faydalı oyunlar oynayan, enstrüman çalmasını bilen; öğrencileriyle ders içi ama hayata dair konuşan öğretmenler vardır.

Halide Edib günümüzde de varlığını sürdüren ve gittikçe derinleşen başka yaraya daha parmak basıyor: Türkçede “çocuklar lisanlarına katiyen hâkim bulunmuyorlar.” diyor. Rapor genel çerçevede değerlendirildiğinde pek çok yara mevcuttur aslında: Müfredatlar yetersizdir mesela. Ders araç gereçleri gibi donatım eksikliği ve idari sorunlar vardır mesela. O; çalışkan idarecileri takdir ederken “Kırkçeşme Beyhan Sultan”ın müdiresi gibi “idare ve tedriste son derece alakasız davranan” bir idareciyi de teşhir etmiştir. Müdirenin ikaz edilmesi ve gelecek sene iyi bir teftiş yapılması gerektiğini not düşer. 

Sözünü sakınmayan, kılı kırk yaran Halide Edib’in “öğretmen niteliği, yeterliği” hakkında en ufak bir eleştiride bulunmaması dikkatimizi çekmiştir. Kendisi de “müstesna muallime” olduğundan acaba meslektaşlarını kayırmış olabilir mi? Yoksa doğrudan yahut dolaylı olarak öğretmeni eksik, yetersiz(!) gösterme gayretinin eğitim sistemine zarar vereceğini düşünmesinden mi? Yahut Osmanlı Devleti’ni öğretmen eğitiminde başarılı bulduğundan mı? Ya da devletin eğitim kurumunun verdiği diplomayı sorgulamayı abesle iştigal etmek saydığından mı? Aksine raporunda Üsküdar Gülnuş Sultan Mektebi’ndeki öğretmen dayanışmasını örnek gösterir. Buna göre Hesap dersi muallimi diğer öğretmenlere de eğitim vererek okulun başarısını artırmıştır. Raporda bazı özel isimler de geçmektedir. Coğrafya dersi için kitap olmayınca ders kitabı yazan Faik Sabri Bey’den ve öğrencilerin “yazma” becerisini geliştiren Hüseyin Cahit Bey’in verdiği derslerden bahsedilir. 

1916 yılında gördüğümüz eğitimci profili; meslektaşının açığını aramaz, bilakis gördüğü eksikliği onlara gönüllü eğitim vererek tamamlar sessizce. Birçok eksiklik ve sıkıntıya rağmen 1916’daki dayanışma takdire şayandır. Zira yepyeni binaların, son model teknolojinin, “nitelikli nitelikli” okulların, üretilen projelerin, kazanılan derecelerin, kurdele ile açılan görkemli etkinliklerin arka planında birbirinin hakkına saygılı, meslektaşına yapılan haksızlığı kendine yapılmış sayan öğretmenler varsa orada gerçek anlamda eğitimden ve özellikle değerler eğitiminden bahsedilebilir. Öğretmenler eğrilirse ve eğilirse doğruluk bulunmaz hiçbir yerde.  

Söz konusu raporun sahibi “müstesna bir muallime” olan Halide Edib’den Türk Yurdu dergisi ayrıca “Osmanlı Türklüğünde Teâlî-i nisvân hareketinin pişvası” yani kadın hakları hareketinin önderi şeklinde bahseder. O, her kadın gibi -toplumda- kadın olmanın zorluğunu yaşamış ve mücadelesini vermiştir. Maalesef bugün değeri layıkıyla takdir edilemeyen Halide Edib; edebiyat ve eğitim tarihindeki tartışılmaz yerinin yanı sıra Türk’ün ateşten gömlek giydiği, ateşle sınandığı Millî Mücadele sürecinde de bu ateşe atılarak değerini ortaya koymuştur. İzmir’in işgali sonrasında düzenlenen ve Türk kadınını kürsüye taşıyan Millî Mücadele mitinglerinin kuşkusuz sembol ismidir. Mesela İngiliz uçaklarının taciz uçuşuna rağmen Belediye balkonundan Türk milletine hitap ettiği Fatih Mitingi’nde, şiddetli yağmur ve fırtınaya rağmen Kadıköy Mitingi’nde, efsanevi Sultanahmet Mitingi’nde gür bir sesle vatanın kurtuluşu için kadın-erkek, ocağın bütün fertlerini göreve çağırmış ve bizzat cephede, bu mücadelenin içinde canını ortaya koymuştur. Başına ödül konmuş, hakkında idam kararı çıkarılmıştır. İngilizler İstanbul’u işgal ettikten sonra hakkında idam emri çıkartılan ilk kişilerden biridir hatta. Sözün özü, Halide Edib Adıvar -kim ne derse desin- Türk kadın kahramanlığının timsalidir. 

Eskişehir’de de ayak izi bulunan Halide Edib; Millî Mücadele yıllarında üstlendiği birçok görevin yanı sıra Eskişehir Hilal-i Ahmer (Kızılay) Hastanesi’nde hastabakıcılık yapmıştır. Cephede de bulunan yazar, “onbaşı”lığa Sakarya Savaşı’nda yükseltilmiştir. İçinde Eskişehir’in de bulunduğu Yunan işgali sırasında işlenen insanlık suçlarını, halkın uğradığı büyük zulmü kayıt altına alan Tetkik-i Mezalim Heyeti’nin başında da o vardır. Ruhu şad olsun.