Yıl 1918… Memleket yangın yeri! Düşman kapıda… İstanbul, işgal edildi edilecek. Ve hâl böyleyken insana pes dedirten sorumsuzluklar karşısında bir çığlık, hazırlıksız yakaladı beni.

3 Ekim 1918 tarihli yazıyı baştan sona okuyunca insan anlıyor ki bir millet için asıl felaket; top tüfeklerin üzerine doğrultulması, memleketin her köşesinin bilfiil işgal edilmesi değildir. Asıl felaket; ülkenin hâlinin görmezden gelinmesi, her şey yolundaymış gibi “zevk, moda, eğlence, gösteriş, lüks yaşam” derdine düşülmesiymiş. “Bu adamlarda zerre kadar millet, vatan muhabbeti yok mu?” sorusu da bu yüzden bir itham, bir sorgulama değil; acı bir feryat gibi yükseliyor cümlelerin arasından. 

Yazının başlarında bu feryada bir taraftan kederlenirken diğer taraftan “Acaba abartıyor mu?” şeklinde bir kuşkudan arındıramadım zihnimi. Yani savaş olsa da bir ülkede günlük yaşama dair rutinler, ihtiyaçlar da devam edecektir pekâlâ, diye düşünürken kanıt niteliğinde bazı örneklerden şöyle bahsediyor yazar: “Biz tüyleri ürpertecek bu iğrenç neşriyattan numune olarak birkaç fıkra nakletmek mecburiyetinde kaldığımızdan dolayı cidden müteessifiz. Fakat ne yapalım ki felaketin ne büyük olduğunu anlatabilmek için başka çare göremedik.” Yazar “iğrenç” dediği yayınlardan birkaç örneği aktarmak mecburiyetinde kaldıklarından dolayı esef duyduğunu vurgularken asıl gayesini de açıkça belirtiyor: “felâketin ne büyük olduğunu anlatabilmek”.

Felaket büyüktür. Fakat hiçbir felaket, ülkenin sorunlarına kayıtsız kalan “basın” kadar büyük olamaz. O dönemde ülkenin sorunları tarihe de kayıtlıdır zaten. Yazar da sıfır noktasından şu cümleleri kaydetmiştir: “Millet en elîm mahrumiyetlere, en vahim felaketlere katlanarak hudutlarda şu hayat memat mücadelesine hâtime (son) vermek için uğraşmaktadır.” 
“En elîm mahrumiyetler”… “En vahim felaketler”… Tam olarak ne anlamalıyız bu sözlerden? “En acıklı yoksunluklar, en tehlikeli yıkımlar” şeklinde sadeleştirsek kelimelerdeki derin acıyı sıyırıyoruz maalesef. Sadeleştirmek çözüm değil, mana eşiğinden geçirmiyor bizi. Kelimelerin tartamayacağı kadar ağır acılar söz konusudur. Gençliğe Hitabe’de en veciz ifadesini bulmuştur milletimizin perişan hâli: “Millet fakr u zaruret içinde harap ve bitap düşmüş”tür. 

“Vatanın birçok mübarek toprakları düşman istilası altında inlerken” İstanbul basınının “zevk, eğlence, moda hevesine, kadın derdine düşerek bir yığın sefil neşriyatta bulunduğunu” ifade eder yazar. Onun derin kederi, ilerleyen satırlarda sancılı bir kaygıya dönüşür. Çünkü böyle bir yozlaşma; milletlerin ancak yok olduğu, sonun yaklaştığı zamanlarda görülebilir yazara göre. Osmanlı’nın çöküşünün de habercisidir aslında bu tür yayınlar… İşte ön görünün, ileri görüşlülüğün güzel bir örneği… Hatta kriteri demek lazım. Ülke basınının kalbi; elbette asırlarca Osmanlı’ya başkentlik etmiş İstanbul’dadır ve bu kalp eğer memleketten, memleket meselelerinden yana atmayıp durmuşsa Türk milletini tarih sahnesinden silmeyi hedefleyen asıl felaket çok yakındır. 
Yazar ayrıca “Dünyanın hiçbir yerinde böyle bir hâle tesadüf edilemez.” diyerek diğer milletlerin basın faaliyetleri ile İstanbul basınını karşılaştırır. Taş üstünde taş, baş üstünde baş bırakmayan bir dünya savaşında yazarın aktardığına göre diğer bütün milletlerin basını, cephelerde çarpışan askerlere övgüler diziyor; arkada kalan yetimlerin, kimsesiz annelerin dertlerine çareler arıyor. Üstelik İstanbul basınının özendirdiği içki, kumar ve gece hayatına karşın diğer milletlerin basını bunları toplumsal hastalık, sosyal bir problem saymakta ve “el ele vermiş, geceyi gündüze katarak” içki-kumar gibi kötü alışkanlıklara karşı mücadele etmektedir.

Yazarın asıl hayıflandığı yahut hedefindeki asıl şey, içki ve gece hayatı değildir. Nitekim ona göre böyle şeyler “hususi” bir durumdur; özel hayatla ilgilidir. Bütün bunların “gençlik nâmına” yapılması, gençliğin gereği sayılmasına; sanatla, şiirle estetize edilerek ideal gençlik algısı oluşturmasına karşı çıkmaktadır. Yazarın “tüyleri ürpertecek iğrenç neşriyat” diyerek örnek verdiği şiir ve öykülerde idealize edilen gençlik “sevgilisinin kollarında geçirdiği geceyi betimleyen, teşhir eden delikanlılar; tek derdi moda, elbise, bir çift iskarpin olan genç hanımlar”dır. 

Söz konusu “neşriyat”, günümüzde “hedonizm” şeklinde ifade edilen hazcı bir bakış açısını da barındırmaktadır. Hazcılık (hedonizm), hayatın ve var olmanın gerçek anlamını hazda aramak demektir. Bu bakış açısı dünyada ve ülkemizde hızla yayılmakta ve insanlık için ciddi risk oluşturmaktadır. Nitekim hazcılığın olduğu yerde diğerkâmlık, kişisel ve toplumsal sorumluluk bilinci yoktur. Varsa yoksa sadece hazzını düşünen bencil bireyler vardır. İşte 1918 yılından hazcı bakış açıları:
“Bu şuh hayat, insanları yaşatmak için yegâne (biricik, tek) kuvvettir.”
“... suareler, balolar, âşıkane maceralar dünyasında hayat, zevkten kuvvet alıyor .... Hayattan bir şey anlamak isteyenlerin hepsi de bu zevk mabedinde!”

“Bugün büyük lüks içinde yaşıyoruz. Bilhassa kadınlarımız, bunların pek mutena (seçkin) bir zevkle intihap ettikleri (seçtikleri) elbiseleri, renkleri, çorapları, tavırları kadar ruhumuzu bir mestî (sarhoşluk) ile halecanlandıran başka bir şey göremiyoruz.”

“Millet fakr u zaruret içinde harap ve bitap düşmüş”ken bu zatlar demek ki “lüks içinde” yaşıyormuş. Ruhlarını heyecanlandıran tek şey de -lüks hayat içindeki- kadınların seçkin giyim zevkleriymiş. Bir yanda yiyecek lokma, doğru düzgün giyecek urba bulamayan; evladını, eşini, babasını şehit vermiş insanlar ve sönen ocaklar; diğer yanda “zevk”ten, “lüks”ten başka kelimenin dökülmediği dudaklar… İçimizden geçenlere, duygularımıza tercüman oluyor yazar ve “Bu ne duygusuzluktur! Vatana, millete, hatta bilumum insaniyete karşı bu kadar alakasızlık, bu kadar saygısızlık olur mu?” şeklinde tepkisini ortaya koyuyor. Sadece tepki değil açık bir dilekçedir bu yazı aynı zamanda. Dönemin -hem basın özgürlüğünü hem de özdenetimini sağlamaya yönelik- bir meslek kuruluşuna sesleniyor: “Matbuat Cemiyeti bunları görmüyor mu?” 

“Bunlar” dediğini isim isim vermiştir yazar. Aralarında Cumhuriyet Dönemi Edebiyatı’nın meşhur şairleri de vardır üstelik. Bütün bu kişi ve eserlere karşı bir tepkiyi ortaya koyan “Memleket Ne Hâlde, Matbuat Ne ile Meşgul!” başlıklı yazı kimin yahut kimlerin kaleminden çıkmıştır, maalesef bilemiyoruz. Yazının sahibi belirtilmemiş. Ancak yayımlandığı dergi “Sebilürreşad” olunca onun yayın politikasını birebir yansıttığını söyleyebiliriz. 

Söz konusu yazının Sebilürreşad’da yayınlanmasından yaklaşık bir ay sonra işgal kuvvetleri; İngiliz, Fransız, İtalyan ve Yunan gemilerinden oluşan donanmalarını Dolmabahçe önlerine demirleyeceklerdir. Lakin “Geldikleri gibi giderler!” sözü ile Kurtuluş Mücadelesi de başlayacaktır. 1453’ten beri tam 465 yıl bekleyenler; -sandıkları kadar İstanbul’da kalamayacak- Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün Samsun ufkundan başlattığı “Ya istiklal ya ölüm!” istikametindeki çetin bir yolun sonunda, 5 yıl sonra, gerçekten de geldikleri gibi gideceklerdir. Bu yolda Atatürk’le yürüyenler arasında Sebilürreşad dergisi de vardır. Başyazarı ve yayımcısı Mehmet Akif ile Eşref Edip Beyler, Anadolu’yu karış karış dolaşarak Millî Mücadele’ye destek vaazları vermişlerdir.