Feride Turan yazdı...
Mizaç, günümüzde yaygın olarak “huy, yaratılış, tabiat, karakter” anlamında kullanılsa da geleneksel Türk tıbbının temelini teşkil eden bir terimdir. Dolayısıyla mizaç bozukluğu iki türlüdür. Yaygın anlamıyla eğer bir kişinin mizacı bozuksa, yani omurgasızsa, bu yüzden rüzgârın yönüne göre yön değiştiriyorsa, yüzünüze kardeş-ardınızda kalleş ise, yalabık ve ağzı kalabalık ise modern tıpta bile ona çare yoktur. Ancak tıp terimi olarak kişinin “mizacı bozuk”sa o zaman iş değişir, ona çare bulunabilir. Çünkü buradaki “mizaç” kelimesi sağlığı temsil eder. İnsan bedenini dört unsura (kan, sevda, balgam ve safra) ayıran eski tıp anlayışına göre bütün bu unsurların bir denge içinde bulunma hâlini anlatır.
Esasında geleneksel tıp, gündemimde hiç yoktu. Ta ki bir aile kütüphanesinde keşfedilmiş el yazması tıp kitabının kapağını açana kadar… Ansızın hayatıma girmişti. Oğuz Atay’ın bir hikâyesinde dediği gibi “İyi şeyler birdenbire olur.” Evet, birdenbire olmuştu. Heyecandan ellerim titreyerek sayfalarını çevirirken nefesim kesilecek gibiydi. Eğer o an ölseydim bu kesinlikle, mutluluktan olacaktı. Üstelik eser Eskişehir’de bulunmuş ve bir Eskişehirliye aitti ve de tek nüsha… Daha ne olsun!
1800’lü yıllarda Odunpazarı semtinde “Orta Mahalle 16 numara”da yaşayan aktar, âlim, hattat ve tasavvuf büyüğü olan Hacı Mehmed Zülali Efendi’den -onun diğer eserleri gibi- torunlarına miras kalmıştı ve yaklaşık iki asır kapağının açılmasını beklemişti. Bu büyük bir keşifti Eskişehir için, hatta yüzyılın keşfi dense asla mübalağa olmaz. Öneminin gelecekte daha iyi anlaşılacağına inanıyorum. Kimilerinin aklına şöyle bir soru gelebilir: Modern tıbbın son teknolojinin bütün imkânlarıyla insan sağlığı için seferber olduğu bir çağda yaklaşık iki asır önce yazılmış bir tıp eseri neden önemli olsun?
Öncelikle bu ve bunun gibi metinler, sadece bir tıp kitabı olarak değerlendirilemez. Oğuz Türklerinin sözlü olarak nesilden nesle geliştirdikleri tıp anlayışını yansıtmasının yanında Türk dili ve kültürü açısından çok değerli bilgi ve bulgular barındırmaktır. “Arapçanın geçerli olduğu ve Türkçenin bilim dili olmadığı” zamanlarda dahi Türkçe kaleme alınan tıp eserleri, Türkçenin bilim dili olma gücünü göstermesi bakımından ayrıca değerlidir. Bu bakımdan eserin söz varlığını ortaya koymaya çalışmak, esere dair yaptığım ilk iş oldu.
Eskişehir’de bulunan bu el yazması ise dönem itibarıyla geleneksel tıptan modern tıbba geçiş özelliği göstermesi bakımından ayrıca dikkate değerdir. Eskişehir ağız araştırmaları için de bir hazinedir. Keza el yazması eserin göze çarpan ilk özelliği halk için yazılmış olmasıdır. Bu bakımdan eserin dili dönemin halk Türkçesini yansıtmaktadır. Aslında eski tıp metinlerini yazan ya da derleyenlerin büyük çoğunluğunun hekim olması nedeniyle metinlerin birçoğu hekimlere yönelik hazırlanmıştır. Zülali Efendi hekim değildir, aktardır. Eserin yazıldığı dönemde ise aktar dükkânı açmak birtakım düzenlemelere tâbi idi ve uzmanlık gerektiriyordu. Her köşe başında eczanelerin olmadığı dönemde aktarlık halk sağlığının korunmasında önemli rol üstlenmiş bir meslek grubuydu. Çünkü aktarlar; açtıkları dükkânda sadece bitkiler, hazır ilaçlar değil kendi hazırladıkları müshil, macun, merhem gibi ilaçları da satarlardı.
Diğer taraftan hem modern tedavi yöntemleri hem de ayrı bir tedavi yöntemi olarak kullanılan geleneksel ve tamamlayıcı tıp uygulamalarına günümüzde giderek artan bir ilgi de yadsınamaz. Bunda insanların doğal olanı tercih etme isteği kadar sebebi ve tedavisi belirli olmayan hastalıkların artışı gibi birçok neden sayılabilir. Zülali Efendi’nin eseri bu noktainazardan da geleneksel tıbba ilgisi olanlara bir kapı aralamaktadır.
El yazmasının bir diğer önemi de Zülali Efendi’nin kendi zamanına kadar yazılmış önemli tıp metinlerini taraması ve yazdığı bu eserle tıp bilgisini, özellikle bitkilerin tedavide kullanımına dair kendi tecrübesini de ortaya koymasıdır. Eserin hacmi geniş olmamasına rağmen belli başlı eski tıp eserleriyle karşılaştırmalı ele aldığımda o hacimli eserlerde bulunmayan ilaç formüllerine rastlamak, epeyce şaşırtmıştı beni. Mesela Fatih Sultan Mehmet için hazırlanan ilaç formülü bunlardan biridir. Zülali Efendi, bu formüle devlet hazinesinin ve bunlarla alakalı evrakların muhafaza edildiği Hazine-i Âmire’den ulaştığını yazıyor. Aynı isimde bir ilaç adı başka bir kaynakta daha geçse de formüller farklıdır. Dönemi itibarıyla önemli devlet görevleri ifa eden Zülali Efendi’nin özel arşivlere erişim imkânı bulmasına ise hiç şaşırmadım.
Araştırma sürecinde aktarların uymaları gereken dinî, tasavvufî, ahlaki, toplumsal birtakım kurallar olduğunu öğrendim. Mesela farz ibadetlerini yerine getirmek, küsleri barıştırmak, daima temiz olmak; tatlı dilli, kanaatkâr, mütevazi, cömert ve merhametli olmak; yetimlere şefkat göstermek, küçüklere selam vermek, işçilik yapmak-çalışmak, fakirlere yardım etmek, kötülük yapan kimselerle yolculuk ve alışveriş yapmamak, hayvanlarını aç bırakmamak, çalışanlarına iyi davranmak, gariplerin, yolcuların ve yetimlerin hâlinden haberdar olmak; akrabaları ziyaret etmek, faizle para almamak ve vermemek, yalan söylememek, eksik tartmamak veya eksik ölçmemek, ticaret için yemin etmemek gibi…
Zülali Efendi, hayatı boyunca çalışmış, üretmiş, kendi emeği ile geçinmiştir. Aktarlığının yanında halkın irşadıyla da ilgilenmiştir. Bugün Odunpazarı’nda bulunan Orta Işık Camii, bir zamanlar onun dergâhıydı. Bu tarihî camii, Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkentliği sürecinde Kalıcı Eserler Programı kapsamına alınan eserlerdendir. Tarihî yapının zemininde kayma olduğu için temellerine kadar söktürüp camiyi aslına uygun yeniden inşa ettirerek şehir hafızasını tazeleyen Vali Güngör Azim Tuna’nın Ahlat Yayınları ve kurduğu Bilge Türk Eğitim Kültür Vakfının ortak yayını hâlinde aynı şahsiyetin tıp eserine dair kitabımızı yayınlamasıyla şehrin hafızasından silinmiş bir parçası daha gün yüzü görmüştür.
İnsan bedenine modern tıptan çok farklı bakan bu tür geleneksel tıp metinleri hastalık adlarından tutun da ilaç formüllerinde yer alan bitki, maden, element adlarına varıncaya kadar farklı kelime ve kavramlar içermektedir. Mesela “baş ağrısı soğuktan olursa” diyor ama günümüzdeki soğuk algınlığını kastetmiyor. Bu tür eserlere günümüzün penceresinden bakıldığında insanın kendini başka bir boyuta geçmiş gibi hissetmesi de mümkün tabi. Yine eski tıp metinlerini doğru anlama yolunda bir başka güçlük de organ adlarıyla ilgilidir. Şair Orhan Veli;
“Bir baş düşünürüm başımda,
Bir mide düşünürüm midemde,
Bir ayak düşünürüm ayağımda,
Ne halt edeceğimi bilemem”
dizelerini bu durum için söylememiş belki ama bazen organlar “düşündüğümüz” yerde olmayabilir, eski tıp anlayışı bakımından tabii. Ve biz tıpkı şair gibi ne yapacağımızı bilemez hâlde de kalabiliriz. Yine şair Nazım Hikmet “Bütün iş yürekte” dizesinde muhakkak sevmek kabiliyetini ve cesareti anlatıyordu. Fakat biz burada aynı sözü eski tıp metinlerindeki “yürek” kelimesi için söyleyebiliriz: Bütün iş yürekte; bütün iş, yüreğin hangi organı karşıladığını anlamakta”. Kalp mi, mide mi, bağırsak mı?
İşte bu ve benzer sebeplerden alternatif ve tamamlayıcı tıpla ilgilenenlerin eserden yararlanabilmesi için açıklayıcı bilgiler sunulmuştur. Yine eserde adı geçen hastalıkların günümüzde hangi hastalıklara tekabül ettiği hususunda -genişletilmiş bir tarama sonucu- tasnif çalışması yaptım. Hastalık ve ilaç hammaddelerinin isimlerinin günümüze kadar izini sürdüm. Ayrıca esere dair bir sözlük hazırladım. Bunların yanı sıra araştırmacıların eser hakkında farklı alan ve disiplinlerde yeni çalışmalar ortaya koyabilmesi için el yazmasının tıpkı basımını da (ebatlarını okuma kolaylığı sunmak için biraz büyüterek) kitabın sonuna ekledik.
Bir hususu daha belirtmeden geçemeyeceğim: Geçmişte “mizacı sağlam” insanlarla da kader yolumuzun kesişmesi, çalışma sürecimizin karşılıklı güven ve gönüllülük temelinde ilerlemesini sağlamıştır. Bu vesileyle teşekkürü borç bildiğim değerli isimler var. Kimsenin kimseye günahını bile vermediği bir dünyada tek nüsha olan tarihî bir el yazmasını güvenip bana emanet eden ve eserin ilk okumasıyla birlikte Zülali Efendi’nin biyografisini hazırlayan Nizamettin Arslan’a; kitabın tasarımını üstlenen, vaktiyle Eskişehir Valiliğinde teşriki mesaide bulunduğum Burcu Coşgun Ovalı’ya; kapak resmini çizen Şehit İsmail Tetik’in kızı Nursena Tetik’e ve Eskişehir Valiliğinde çalışan şehit eşi Kader Tetik’e şükranlarımı sunarım.
Ve tabii ki Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkentliğinden sonra da kurduğu Vakıflarla Türk dünyasına, Türk kültürüne hizmet etmeye devam eden; Türk dünyası çocuklarının “Vali Baba”sı Güngör Azim Tuna’nın Eskişehir’de bir aile kütüphanesinde keşfedilen bu eserin değerini takdir etmesi, çalışmayı sahiplenmesi ve Ankara’da bir lansmanla kamuoyuna tanıtması; Eskişehir’in Kültür Başkentliği misyonunu -sadece görev gereği değil- sonrasında da sürdürdüğünün samimi bir ifadesidir. Ardında bıraktığı kalıcı eserlerle Eskişehir’in Türk tarihini ihya eden Vali Güngör Azim Tuna’ya Eskişehir’in varisleri olarak saygı ve minnetlerimizi sunarız. Kitabımızın aynı zamanda ilk okuyucusu olan Vali Tuna’nın kitap için yazdığı takdim yazısından alıntılarla sözlerimi noktalamak istiyorum:
“Henüz varlığı bilinmeyen, hiçbir kaydı olmayan ve aile kütüphanelerinde bulunan nice yazmalardan birini gün ışığına çıkarmanın heyecanını yaşıyoruz. Yaklaşık iki asır, kapağının açılmasını bekleyen bir el yazması eseri bilim dünyasına sunmaktaki temel gayemiz Türk dili ve kültürü için önemli bir vazifeyi ifa etmektir.
(…)
Bu yazma eserin vaktiyle görev yaptığımız ve 2013 Türk Dünyası Kültür Başkentliği gibi tarihî bir süreci yaşadığımız yerden çıkması bize çifte heyecan yaşatmıştır.
(…)
Bir tevekkül ruh ikliminden koparak ‘Bir saatlik gussa bir yıllık kuvveti giderir.’ şeklindeki çağları aşan bir sağlık tavsiyesi eserde dikkatimizi çekmiştir. ‘Gussa’nın yani kaygının, kederin, yine bugün çok yaygın bir kelime ile de ifade edecek olursak ‘stres’in bedenimizdeki yıkıcı etkilerinden modern tıp da bahsetmektedir. Elimizdeki eserde kendisine atfedilen bir ilaç formülü de bulunan Kanuni Sultan Süleyman ise yazdığı bir şiirinde ‘Olmaya cihânda devlet bir nefes sıhhat gibi’ demiştir. Cihan devleti konumundaki Osmanlı’nın Muhteşem Süleyman’ı ‘sıhhat’i ‘devlet’ kavramının üzerinde bir konumda vurgulamıştır. Asırlarca bir arayıştır şifa esasında. Bu arayışın bir ürünü olan tıp metinleri çağların üzerinden dünyaya, insana ve hayata bakış açısının; hastalıkların, tedavilerin, bu tedaviler için kullanılan yöntemlerin, hazırlanan ilaçların önemli vesikalarıdır.”