Cihan Yıldırım yazdı...

Bu bir kitap özeti denemesidir. Daha doğrusu çok hoşuma giden, beni çok etkileyen ve bittiğinde ‘Önce Vatan’ dediğim bir kitabın daha geniş kitlelere ulaşması için yapılmış bir girişim. Zühre Ninem isimli kitap Kemal Bilbaşar’a ait... 1980’li yıllarda ilk baskısı yapılan kitabı, AK Parti Eskişehir Milletvekili Prof. Dr. Nabi Avcı, tavsiye etmişti. Nabi Hoca “İçinde Eskişehir’e dair önemli bilgiler var” deyince hemen tedarik ettim ve 192 sayfalık kitabı bir solukta okudum. Aldığım notları sizlerle paylaşmak istiyorum. Ama lütfen bu notlarla yetinmeyin. Mutlaka kitaba ulaşıp tamamını okuyun. Benim bu yazıyla yaptığım kitaptan sizleri haberdar etmek ve belki biraz ilginizi çekmek...
Kitabın arka kapağında “Zühre Ninem, ‘Büyük Bozgun’ diye anılan 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’yla başlayan, Balkan ve Birinci Dünya savaşlarıyla süren ve Kurtuluş Savaşı’yla sonuçlanan çalkantılı bir dönemde hayatları parçalanan Rumeli insanlarını anlatıyor. Büyük Bozgun, Zühre Nine’yi doğduğu Vraça’dan Köprülü’ye sürüklemiştir. Bu sürükleniş, devam eden savaşlarla birlikte daralan Osmanlı coğrafyasında oradan oraya, Anadolu içlerine kadar devam eder” yazıyor.

Kitabı okurken 1920’li yıllardaki Eskişehir’e göz atmış oluyoruz. Daha fazla uzatmadan yaptığım alıntılara geçmek istiyorum... Eskişehir’in soğuğu daha doğrusu ayazı meşhurdur. Porsuk da geçiyor elbette bu kitapta... Eskişehir’e gelen Zühre Nine, “Vardar kadar büyükmüş buranın ırmağı da... Nedir adı bu suyun bre tetem?” diye soruyor Zühre Nine... Cevap şöyle: “Porsuk’tur adı... Vardar’a çok benzer... Kışın azgınlaşıp taşar. Zemheride de donar... Şehrin havası da Küpürlü’nün havasına benzer. Kuru soğuğu aman Allah, burun koparır... Kapının demir tokmağını çıplak elle tuttun mu, yapışır avucun assaat. Bu benzerlik yüzünden Urumeli’nden İzmir’e, Aydın’a, Bergama’ya göçmüş olan Küpürlülü macırlar, birer ikişer bura gelip yerleşiyler....”
“Hoşnudiye Mahallesi’nde” başlıklı bölümde “Hoşnudiye Mahallesi, Zincirlikuyu yoluyla İstasyon Caddesi arasında, tabanı demiryoluyla çizilmiş üçgen biçimi bir yerleşim yeriydi. İstasyon Caddesi’ne bakan evler yanaşık düzende iki katlı, arkadakilerse bahçeli tek katlı evlerden oluşuyordu” yazıyordu. Aynı bölümde “Mahallemizdeki komşuların çoğu Ermeni yurttaşlardı. Tümüyle iyi komşuluk ilişkilerimiz vardı. Başı sıkılan, çekinmeden komşusunun yardımını arardı” cümlesi döneme dair önemli bir tespit.
Hamam kültürümüz ise şu şekilde aktarılmış: “... çünkü o gün sabahtan Kavaf Osman Efendi’nin hanımları, gelinlik kızları bohçaları koltuklarında, sefertaslarını taşıyan zenci halayıklarıyla birlikte, Sıcaksular’daki hamamlara yıkanmaya giderler, ancak ikindi üzeri eve dönerlerdi.”
Zühre Nine, Kuşadası’na yerleştiğini öğrendiğini oğlunu aile birliğini sağlamak amacıyla Eskişehir’e çağırıyor. Oğlunun mektupla verdiği cevapta “Önümüz ise kış... Duyduğumuza göre Eskişehir’in kışı, Köprülü’nünkini aratmazmış. İyisi mi biz kışı bu yıl burada çıkaralım” deniyor. Meşhur soğuğumuz yine başrolde...
Yazarımız Kemal, dayısıyla salep satıyor... Bu salep meselesi, salep içmenin önemli bir eğlence olduğunu rahmetli Semih Esen’den duymuştum. Semih Amca, cümbür cemaat Odunpazarı’ndan İstasyon’a salep içmeye gittiklerini anlatırdı... Kitaba dönelim... Salep satmaya başlanan ilk gün... “İlk molayı Ermeni Kulübü önünde verdik. Kapısının iki yanında şöhret-şiar kantocu Şamra’yla Hermine’nin kollarından kelebek kanatlarını andırır tüllerin sarktığı giysiler içinde çekilmiş resimleri bulunan tiyatro kumpanyasının afiş levhaları dayalı duruyordu. Avluda ırmağa karşı oturan kadınlı erkekli bir küme insan vardı” cümleleriyle anlatılıyor.
Devamında “İkinci molayı Köprübaşı’nda verdik. Köprünün kaldırımlarında, değnekleri gevreklerle dolu simitçilerle, sehpa üzerindeki buğulu camekânlar içinde çiğbörek satan Tatar börekçiler toplanmışlardı” deniyordu.
Salep satılan ilk günün anlatıldığı bölüm “Sonra, Ilıcaların orada salep içenlerin daha çok olacağını söyleyen simitçilerin öğüdüne uyarak Sıcaksular’a yöneldik. Ne var ki Sıcaksular’da Akarbaşı Deresi’ne ve kadınlar hamamına gidilen dar geçidin başında, başka bir salepçiyle karşılaştık” diye devam ediyor. Yine bu bölümde günde üç-dört güğüm salep sattığını öğreniyoruz...
Sıcaksular ve İstasyon civarında salep satmayı bırakıp biraz Tatar Mahallesi’ndeki Rufai tekkesine bakalım... Küçük Kemal o günleri “Aslında Mustafa Dayım sofu bir adam değildi. Cuma günleri bile pek seyrek olarak giderdi camiye... Ama tarikat toplantılarını hiç kaçırmazdı. Özellikle Alikoç’un Tatar Mahallesi’ndeki Rufai tekkesi, en sevdiği yerlerden biriydi. Sanıyorum ki, Rufai dervişlerinin şişli, topuzlu gösterileri, Alikoç’un cam bardakları, şişeleri katırdatarak yemesi, benim kadar onu da eğlendiriyordu” diyerek anlatıyor.
Savaş yıllarındaki yokluğu arabacı Mestan Ağa “Biz arabacı milleti soğuğa da sıcağa da alışkınız ya, şekeri bolca bir ıhlamuru, şu savaş yıllarında kolay kolay reddedemem” diyerek özetliyor.
Bugün kıyısından, üzerinden çoğu zaman keyifle yürüdüğümüz, geçip gittiğimiz Porsuk ne acıları şahitlik etti? Akıp giden sularıyla akıp gitmeyen, orada duran ne hikâyeleri var... Kemal’in salep satarak geçimini temin eden dayısı arabacılık yapacak. Bir kısmet çıkıyor... Bir arabacının ölümü “İki gün önce bir arabacı arkadaşları dünyasını değiştirmişti. Çanakkale’den oğlunun künyesi geldiğinde içip körkütük sarhoş olduğundan mı Satılmış Ağa Porsuk’a yuvarlanmıştı. Yoksa evlat acısına dayanamayıp ölümün kucağına atıldığından mı, orasını Tanrı’dan başka bilen yoktur” sözleriyle anlatılıyor. Porsuk, Çanakkale Savaşı’nda oğlunu kaybeden bir babaya mezar olmuştu...
Zühre Nine’nin, torunu Kemal ile birlikte Muttalip Caddesi’nde bakkal işleten bir yakınına yaptığı ‘ziyareti’ de okuyoruz...
Kemal’in salep satan dayısı, Çanakkale Savaşı sürerken askere alınıyor. Savaş zaferle bittiğinde haberin ulaştığı Eskişehir’de neler oluyor? O gün şöyle anlatılıyor: “Öğleye doğru toplar atılmaya, izcilerin trampete, fifre sesleri yankılanmaya başlayınca sokağa fırladım. Mahallenin çocuklarıyla İstasyon Caddesi’nden geçen alayları izledik.” Evet, savaş bitti Kemal’in dayısı geliyor. Geliyor ama yarım saatliğine... Nedenini Zühre Nine’den dinlemeyim: “Geliyor ama hiç kalmadan yoluna devam edecek... Çanakkale’den Sarıkamış’a gönderirlermiş dayıcığını... Treni bugün ikindi vakti Eskişehir’den geçecekmiş. Bize telgraf çekmiş ki istasyonda bulaşalım, görüşelim... Hade biz gidip görüşeceğiz diyelim ya karıcığı n’olacak? Zavallı kızcağız hastanede canıyla uğraşır...”
Hastanedeki kızcağız hamiledir, Çanakkale gezisi Mustafa’nın karısıdır... Doğum sancıları tuttuğu için Çanakkale’den Sarıkamış’a giderken Eskişehir’e uğrayan kocasını 10 dakika bile olsa göremez. İstasyonlar ayrılıktır, hüzündür... Eskişehir İstasyonu’ndan sevdiklerini uğurlayanlar cepheden cepheye giderken sevdiğini on dakika göremeyen Mustafa’yı da unutmamalı. Cepheden cepheye giden oğlunu yarım saat gören Zühre Ana’ya bi selam göndermeli. Bu toprakların kolay ‘vatan’ olmadığını unutmayacağız, unutturmayacağız...
Kemal ve abisi Burhan sünnet olduğunda fayton arabalarından ‘konvoy’ yapılıyor. Güzergah şöyle anlatılıyor: “Tatar Mahallesi’nin tozlu sokaklarından geçerek Muttalip Caddesi’ne çıktık. O yolla Porsuk’a doğru indik. Salhane Köprüsü’nden geçerek bahçeler arasından Yediler’e ulaştık. Oradan Tahıl Pazarı’na yöneldik. Hatçe Yengem’in yattığı hastane yolundan Kavaflar Çarşısı’na saptık. Köprübaşı’ndan İstasyon Caddesi’ne kıvrıldık. Ermeni Kulübü önünden geçerek Hoşnudiye Mahallesi’ne ulaştık.”
Zühre Ninem’den aldığım ‘bölümler’ bu kadar... Kitapta elbette daha fazlası var... Çok azını buraya aktarabildim. Eskişehir’i biraz daha sevdim... Asla ‘eskisi’ gibi gezemem bu kentin sokaklarında, İstasyon civarında, Porsuk’un kıyısında...