Olay aynen şöyle gerçekleşti:

17 Mayıs 1911 Çarşamba günü Eskişehir Aşağı Mahallesi’nde bulunan Hadika-ı Hürriyet Mektebinin muallimlerinden Şevket Efendi; 12 yaşlarındaki Hacı Ahmed Ağazade Osman isminde yetim, kimsesiz bir öğrenciyi darp eder. Doktorun çocuğa verdiği rapor da durumu belgeler niteliktedir. Hadise duyulur duyulmaz Eskişehir Maarif Encümeni tarafından resmî tahkikat başlatılır. Şevket Efendi, dersini bilemediğinden dolayı öğrenciyi darp ettiğini söyleyerek suçunu itiraf eder. İki iş gün içinde tahkikat raporlaştırılarak karara bağlanır. “Emsaline numune-i ibret olmak üzere” muallim, memuriyetten azledilir. Kararda sadece bununla yetinilmez. Şevket Efendi’nin daha önce görev yaptığı Seyitgazi’de de öğrencilerine şiddet uyguladığı, -her nasılsa bir şekilde ceza almadığı- tahkikat sonucunda anlaşıldığından bundan böyle “maarifte istihdam olunmaması” ibaresi de karara ilave edilir. Ayrıca vaka müddeiumumiliğe (savcılığa) bildirilir.

Dârülmuallimîn'de Derste Harita Yapılırken

Kimsesizliğin kollandığı, adaletin tez zamanda yerine getirildiği bu hadise ile ilgili haber de 22 Mayıs 1911 tarihinde Hakikat-Anadolu Sesleri gazetesinde tüm detaylarıyla yayınlanır. “Çirkin Âdetler ve Muallimlere İbret” başlığını taşıyan yazı Dava Vekili M. Takiyüddin’in kaleminden çıkmıştır. Fakirleri ve kamu yararını gözeten bu dava vekili, “fukara ve menâfi-i umumiyeye ait”, kamu yararını gözeten her tür rapor ve dilekçeyi ücretsiz düzenlemekte ve ücretsiz takip etmektedir. Hem hukukçu kimliği hem de kalemiyle -hem suçlu hem güçlünün değil- daima garibanın, mağdurun yanında olan Takiyüddin Efendi, merhametli olduğu kadar mücadeleci bir kişiliğe sahiptir ayrıca.

“Maarifin kölesi” olduğunu ta ilk beyannamelerinde belirtmiş söz konusu gazetenin söz kılıcı keskin yazarlarından biri olan Dava Vekili Takiyüddin Efendi; eğri odunu dahi eşikten geçirmeyen Yunus’un memleketinde kırmızı çizgisini dosdoğruca çekmiş; -kim yapmış olursa olsun- şiddetin fiziki, sözlü, psikolojik vs. her türlüsünün üstüne, korkusuzca gitmiştir. Sadece şiddet uygulayanları; tacizci, istismarcı, iftiracı, ırz düşmanlarını değil onları koruyan, suçlarını -sözde dayanışma, birlik adına- sümen altı etmeye çalışanları da sert bir dille tek tek ifşa etmiştir. Ancak Hadika-ı Hürriyet Mektebi vakası ivedilikle sonuca bağlandığından gazetenin önceki sayfalarında bu vakaya dair herhangi bir haber yoktur. Zira Hakikat gazetesi bu tür vakalarda yetkililer gereğini yapana kadar, bir cevap alana kadar ısrarla sütunlarında vakayı asla gündemden düşürmemektedir.

Dârülmuallimîn'de Derste Harita Yapımı

Takiyüddün Efendi yazısında özellikle “şu devr-i terakkide” böyle bir hadisenin yaşandığından duyduğu elemi dile getirir. “Devr-i terakki” ile dönemin siyasi ortamına atıfta bulunulsa da aslında Eskişehirlilerin eğitime bakışı, Eskişehir’i Osmanlı Dönemi'nde “eğitim şehri” yapan ilerici vizyonu ile hakikaten bir devr-i terakki (ilerleme, yükselme devri) söz konusudur. Dönemin basınından buna dair çok sayıda örnek bulmak mümkündür. “Modernitenite”nin bütün aygıtlarıyla yaşamın ve dolasıyla eğitimin parçası olduğu günümüzde, ecdadın merhamet ve adalet çizgisinden ayrılmayan bu duruşu; öğretmenlik mesleğinin de kırmızı çizgisi olmalıdır.

Şiddet elbette her meslekte -Takiyüddin Efendi'nin en yalın hâliyle yazısının başlığında belirttiği gibi- “çirkin”dir. Ancak bir milletin geleceğini doğrudan etkileyen eğitim gibi bir camiada sıfır toleransla üstüne gidilmesi gereken hayati bir meseledir. Yasal düzenlemelerle her tür şiddet suçuna hiçbir şekilde kademeli cezaya başvurulmadan doğrudan meslekten men cezası verilmelidir. Hatta şiddete eğilimi olan kişilerin çeşitli test ve programlarla en başında tespiti yapılarak eğitimin her kademesinde istihdamı önlenmelidir.

“Maarif insanların manevi ihtiyaçlarındandır.” diyor Hakikat gazetesinin yazarlarından M. Tevfik. Manevi ihtiyaçları ise ancak “elinden ve dilinden herkesin emin ve güvende olduğu” kişiler karşılayabilir. Nasibi peygamber mesleği olanlar -kendinden olan ve olmayan- herkesi “bir tarağın dişleri gibi eşit” görürler.

M. Tevfik, yazısının devamında maarifi “cehaletle savaşan” bir orduya benzetir. Muallimler ise bu ordunun kumandanlarıdır.“...bu muhterem kumandanların birbirlerini tanımamaları kadar bir muvaffakiyetsizlik var mıdır? Fenn-i harbde yekdiğerini tanımayan, müşaverede bulunmayan bir ordu kumandanları nasıl galebe iktisâb edebilir. Böyle perişan bir ordudan ne hayır beklenir!...” diye ekler. Nasıl ki kumandanlarının birbirini tanımadığı, birbiriyle istişarede bulunmadığı bir ordunun galip gelmesi mümkün değilse aynı şekilde eğitim ordusunun kumandanları olan muallimlerin de başarılı olması beklenemez. Kendisi de esasen bir muallim olan yazar M. Tevfik, mesleki örgütlenmeden bahsetmektedir. 10 Şubat 1911 tarihinde gazetede yayınlanan açık mektup ile Eskişehir’de “İttihad-ı Muallimîn” adında bir cemiyet kurulmasını öneriyor. Bu cemiyete liderlik edebileceğini düşündüğü İdadi (Lise) Müdürü Mücteba Bey’e açık bir çağrıda bulunuyor. Hatta aynı yıl gazetelerin sütunlarında başka bir mesleki birliğin kongre haberini de görmek mümkün… 1906 yılında bir grup idealist öğretmen tarafından Bulgaristan-Şumnu’da kurulan “Muallimin-i İslâmiye” cemiyeti, eğitim ve eğitimcinin sorunlarına dair 1911’de gerçekleştirdikleri kongreden bir hatıra fotoğrafı dahi bırakmışlardır geleceğe.

Muallimin-i İslâmiye Kongresi Hatıra Fotoğrafı(1911)

Peki, mesleki örgütlenmenin şiddeti engellemeye nasıl bir katkısı olabilir? Üç yıl evvel “Öğretmenler Günü” vesilesiyle kaleme aldığım ve hâlen Edebiyat Dünyamız sitesinde yayında olan "Bu Sevdadan Us(l)anmayız" başlıklı yazımda kullandığım ifadeler sanırım bu soruya cevap olabilir: "Değerlerimiz adına söylediklerimizi değil, yaptıklarımızı tekrar edecektir öğrenciler. Biz meslektaşımıza nasıl davranıyorsak öğrencilerimiz de ileride meslektaşlarına öyle davranacaktır."

Meşveretin, istişarenin, karşılıklı saygı ve sevginin hüküm sürdüğü; ötekileştirmenin, ayrımcılığın yüz bulamadığı bir “mesleki birlik”te yeşeren uyum elbette gelecekte meyvesini verecek ve çocuklarımıza miras kalacaktır. Ve “birlik, dayanışma” ise sadece güzellikler üretmek için olmalıdır. Mesela el birliğiyle ders materyalleri yapmak gibi… 1913’te öğretmen okulunda ders esnasında çekilmiş bir fotoğraf sabrın, emeğin, özverinin belgesi olarak öğretmen ve öğrencilere kendi ders araç-gereçlerini kendileri üretmeleri yönünde ilham veriyor.

Halide Edip Adıvar’ın “Vakıf Kızlar Mektebi Fahri Müfettişi” olarak 1916 yılına ait hazırladığı ve Türk Yurdu dergisinde iki bölüm hâlinde yayınlanan teftiş raporunda gördüğümüz eğitimci profili ise; meslektaşının açığını aramaz, bilakis gördüğü eksikliği onlara gönüllü eğitim vererek tamamlar sessizce. Birçok eksiklik ve sıkıntıya rağmen o dönemdeki dayanışma takdire şayandır. Zira yepyeni binaların, son model teknolojinin, üretilen projelerin, kazanılan derecelerin, kurdele ile açılan etkinliklerin arka planında birbirinin hakkına saygılı, meslektaşına yapılan haksızlığı kendine yapılmış sayan öğretmenler varsa, orada gerçek anlamda eğitimden ve özellikle değerler eğitiminden bahsedilir. Müfredat ne kadar mükemmel olursa olsun, eğitim alt yapısı ne kadar kusursuz olursa olsun öğretmen eğrilirse ve eğilirse doğruluk bulunmaz hiçbir yerde.