Cihan Yıldırım yazdı...
Bir zamanlar bir şehir vardı ki, kralı hem seviliyor hem korkuluyordu. Adı Yılmaz’dı. Elleriyle wax heykeller yapar gibi şehri şekillendirmişti: Tramvay rayları döşetmiş, Porsuk’u Venedik kanalına çevirmiş, Anadolu’nun ortasına bir Disneyland konduruvermişti. İnsanlar “Bu adam sihirbaz” derdi. Gerçekten de öyleydi; 25 yıl boyunca aynı tahtta oturmayı başarmış, rakip tanımamış, partisinin kapısından içeri giren herkesin alnına “Benim adamım” damgası vurmuştu.
Ama krallar da yaşlanır.
2024’te, tahtın mirasçılarını belirleme vakti geldiğinde, kral bir kez daha “Ben” dedi. Partisinin kapısına dayandı: “Bir dönem daha, son kez…” Genel merkezden gelen cevap soğuk bir tebessüm gibiydi: “Teşekkür ederiz hocam, ama vakit tamam.”
Kral şaşırmadı aslında. Şaşırması gereken taraf, yıllarca “Ben ne dersem o olur” diye yaşayan kendisiydi belki de. Ardından ikinci hamle geldi: Damadını parti meclisine sokmak istedi. Oğul değil, damat; kan bağı değil, evlilik bağı üzerinden yeni bir hanedan denemesi… Genel merkez bu sefer daha net konuştu: “Olmaz.”
İşte o an, Eskişehir’in siyasi haritasında uzun süredir görülmeyen bir manzara ortaya çıktı: Kral, ilk kez kaybetmişti.
Netflix’in “The King’s Choice” değil, “Kral Kaybederse” dizisinin tam zamanıydı sanki. Dizi şöyle başlardı:
1. Bölüm: “Tahtın Altın Çağı”
Kral, wax müzesinin açılışını yaparken arkasında uçuşan bayraklar, önündeki kuyruklar… Herkes “Daha ne olsun?” diye düşünürken, kral çoktan “Benden sonra kim?” sorusunun cevabını kendi içinde aramaya başlamıştır.
5. Bölüm: “Damat Krizi”
Kraliyet ailesi genişler. Damat, birdenbire siyasetin yeni prensi ilan edilir. Saray erkanı “Ama hocam, biraz ayıp olmuyor mu?” diye mırıldanır. Kral duymaz. Duymak istemez.
8. Bölüm: “Genel Merkezden Gelen Mektup”
Ankara’dan bir zarf. İçinde tek cümle: “Teşekkürler, ama hayır.” Kral zarfı masaya koyar, uzun uzun wax heykeline bakar. Kendi heykeline. “Ben bunu 25 yıl önce yaptım” der içinden, “şimdi beni başkası yapıyor.”
Final Bölümü: “Taht Boş”
Kral balkona çıkar, şehre son bir kez bakar. Tramvaylar hâlâ çalışıyordur, Porsuk hâlâ akıyordur, heykeller hâlâ ayakta duruyordur. Ama bir şey eksiktir artık: O eski “Kral dedi ki…” cümlesinin büyüsü.
Dizinin son sahnesi şu olurdu: Yılmaz Hoca, müzesinin önünde, kendi wax heykelinin yanında duruyor. Bir çocuk yaklaşır, “Amca bu kim?” diye sorar. Hoca gülümser: “Bir zamanlar bu şehrin kralıydı…”
Gerçek hayatta ise kimse wax heykelinin yanına gitmeye cesaret edemiyor henüz. Çünkü Eskişehir hâlâ “Kral niye kaybetti?” sorusunun şokunu yaşıyor.
Kimine göre yaşlandı, kimine göre partisi değişti, kimine göre “damat” hamlesi bardağı taşıran son damla oldu. Ama en acı gerçek şu: Siyasette en uzun hüküm süren krallar bile, bir gün tahtı başkasına bırakmak zorunda kalıyor. Ve o gün geldiğinde, ne wax müzesi ne de tramvay rayları kimseyi koruyabiliyor.
Kral kaybetti.
Ama şehir hâlâ ayakta. Belki de asıl hikâye şimdi başlıyor.