Eskişehir, artık sadece bir öğrenci kenti değil. Sadece Porsuk kenarında gondola binmekle, Odunpazarı evlerinin arasında kahve içmekle sınırlı bir şehir de değil. Aslında Eskişehir, her hafta sonu arabayla bir saat öteye gitmeye bile gerek kalmadan, kendi içinde sayısız küçük rota barındırıyor. Ama biz çoğu zaman fark etmiyoruz.

Geçen hafta Han’da idim. Yolu uzun, virajlı ama her virajın arkasında başka bir manzara gizli. Kahvede çay içerken yaşlı bir amca ile sohbet ediyordum, amca “Han’da taşın bile hikâyesi var” dedi.

O cümle, aslında Eskişehir’in turizm potansiyelinin özetiydi.

Çünkü biz, hikâyesini anlatamadığımız için pek çok değeri sadece “orada bir yerlerde” bırakıyoruz.

Seyitgazi Külliyesi, Yazılıkaya, Küllüoba, Frig Vadisi…

Bunlar artık sadece tarih kitaplarında geçmemeli. Belediyelerin, yerel rehberlerin, üniversitelerin ortak bir dil kurarak bu yerleri hikayeleştirmesi gerekiyor.

Turizmin kalbi, sadece taşta değil; o taşın arkasındaki insanda, sesinde, kokusunda atıyor.

Bir köyde yapılan gözlemenin tadı, şehir merkezindeki en lüks restorandan daha çok akılda kalabiliyor. Çünkü orada bir samimiyet var.

İşte yerel turizmin ruhu da tam burada: Samimiyet, doğallık ve hikâye…

Bugün Eskişehir’in turizm politikası, bu yerel hikâyeleri çoğaltma üzerine kurulmalı.

Çünkü bir şehrin markası, dışarıdan gelen turistin değil, içeride yaşayanın gözünden doğar.

Belki de yapılması gereken ilk şey, o yaşlı amcanın söylediğini unutmamak:
“Taşın da hikâyesi var.”
Biz yeter ki dinlemeyi bilelim.