Gaspıralı İsmail Bey, Ermeni meselesinin iyi anlaşılması için “Vukuât-ı Ermeniye’nin İç Yüzü” başlıklı makalesinde “İngilizlerin dolabını açıp son 20 yılın değerlendirilmesi” gerektiğini savunmaktadır.

Tiflis Başkonsolosu Münir Süreyya Bey ise 1877-1914 yıllarını kapsayan raporunda Ermeni Meselesi’nin siyasi evrelerini üç dönemde incelemiş ve en şiddetli döneminin 1894-1897 yılları arasında olduğunu kaydetmiştir. “II. Uluslararası Türk-Rus Dünyası Akademik Araştırmalar Kongresi”nde 2019 yılında sunduğumuz ve Kongre Kitabı’nda tam metni yayımlanan bildirimizde işte bu en şiddetli dönemde Ermeni meselesine -bir de- Rus basını cephesinden bakmıştık. Rus bürokratların aksine bu meselede Osmanlı’nın yanında duran Rus basınından birçok istatiki bilgiye, Ermeni çetelerinin hiyerarşi şemasına, bir etnografya haritasına ve Ermeni faaliyetleri çerçevesinde basılan bir harita gibi önemli bulgulara ulaştık. Bu bulgular arasında dikkatimi en çok çeken, ev dekorasyonunda kullanılmak üzere basılan Ermenistan haritalarıydı. “Rus tebalığı ile Erzurum’da ikamet eden bazı Ermeni madamelerinin misafir odalarında bulunan kanepeleri ve üzerinde ipek ile işlenmiş ‘Ermenistan’ haritalarının görüldüğü” ifade edilmektedir. Ancak bu haritalarda bir sorun vardır. Zira gerçeği yansıtmamaktır. Söz konusu haritalarda kuzey sınırı Kafkasya dağları, başkenti ise Tiflis olan bir Ermenistan vardır. Gerçek dünyada karşılığı olmayan bu haritaların basılması, hatta evlerde bir dekorasyon unsuru olarak sergilenmesi elbette -geleceğe dair- bir hayalin ifadesidir. 
19. yüzyıl Rusya’sından “Tercüman”, “Moskova” ve “Novoye Vremya” gibi gazete sütunlarından 20. yüzyılın başlarındaki Eskişehir’e geldiğimizde 1911’de Eskişehir basınında yine “gerçek dünyada karşılığı olmayan” bir haritaya dair tepkiler dikkatimizi çekiyor. Hatta bu tepkiler 1910 yılında başlamış; Eskişehir Kaymakamı Aziz Zekai Bey, Kütahya Mutasarrıflığına durumu resmî yazı ile bildirmiş fakat resmî makamlardan cevap geç gelmiştir. Bununla ilgili olarak Eskişehir Hakikat gazetesi “Tabir-i mahsusuyla çarh-ı hükûmetin dişlerine dağılarak tâ Nezâret masalarına kadar çıkmış da oradan tekrar devre başladığı Nisan ibtidâsında yani beş ay kadar sonra avdet edebilmiştir.” diyerek hükûmeti yavaş dönen bir çarka benzetmiş, Bakanlık masalarına kadar çıkan evrakın geri dönüşünün aylar sürmesini eleştirmiştir. Hükûmetten cevap gelir gelmez konuyu tekrar gündeme getiren Eskişehir’in kalemi keskin gazetecileri “Hududumuz Değişti” gibi çarpıcı bir başlık kullanmıştır. Hatta “Biraz daha tevsi’-i mülk ettik.” Yani biraz daha sınırlarımızı genişlettik, diyerek tam tersini kastetmişler, eskilerin tabiriyle “tariz”de bulunmuşlardır. “Lakin bu zafer öyle ateşle, barutla, ordu ile, donanma ile” değildir. “Yirminci asrın silahıyla” keskin bir kılıca bedel “bir kalem-i irfan ile arz-ı muvaffakiyet etmiştir.” ifadelerindeki bu zafer de, tam tersi kastedildiğine göre, bir hezimettir ve kalemle masa başında gerçekleşmiştir. Kılıçla alınan, kalemle kaybedilmiştir. Zira gazeteye göre kalem 20. yüzyılın silahıdır. 
Hakikat gazetesinin haberine göre ilkokullara 1910 yılında gönderilen “memalik-i Osmaniyye haritalarında Akabe civarı yani Mısır Hidivi hududu ecnebi bir renk ile” boyanmıştır. Haritada başka bir renge boyanarak söz konusu bölgenin sınırlarımızın dışında gösterilmesini Hakikat gazetesi, -bizim açımızdan- kayıtsızlık ve beceriksizlik olarak açıklamaktadır. İşin ilginç yanı, 1910 tarihli haritada ülke sınırları dışında gösterilen bölgenin dört yıl sonra İngilizler tarafından fiilen Osmanlı Devleti egemenliğinden çıkartılarak İngiltere himayesine(!) alınmış olmasıdır. Gaspıralı’nın bahsettiği gibi burada da “İngilizlerin dolabı”na bakmak lazım sanırım. Fakat meselenin daha elîm ve daha vahimi, Maarif Nezareti yani dönemin eğitim bakanlığı söz konusu haritanın Basra hududunda da benzer bir yanlışlık yapıldığını dile getirmiştir cevabında. Gelen cevapta ayrıca haritanın Maarif Nezaretince resmen kabul edilmiş haritalardan olmadığı yazıyorsa da Bakanlığın onayı dışında bu haritaların ilkokullara dağıtılması da ayrı bir mesele. Haritadaki yanlışlıkların Bakanlıkça bilinmesine rağmen geçen zaman zarfında toplatıldığına dair bir açıklama da yok üstelik. Eskişehir’den resmî bir girişimin akabinde haritaları basan Barsih Efendi’ye Bakanlığın durumu bildirdiğini ve düzeltilmesini emrettiğini haberden öğreniyoruz. Haberde Barsih Efendi’nin bir kütüphane sahibi olduğunu, haritaların söz konusu kütüphanenin bir yayını olduğunu anlıyoruz. Ancak kütüphanenin adının yazılı olduğu bölüm baskıda silik çıktığından okunamamaktadır. Gazetedeki imla ile “Barsih” şeklinde yazılan bu kişi, Sırat-ı Müstakim okumalarımızdan aşina olduğumuz “Parsih Efendi”dir ve Tefeyyüz Kütüphanesinin sahibidir. İstanbul’un meşhur Bâbıâli Caddesi üzerindeki Ermeni kitapçıların en meşhurlarındandır hatta ve mekteplerde okutulan pek çok kitabın basımını yapmıştır. Sırat-ı Müstakim dergisinin Parsih Efendi’yle bir kitap telifine dair aralarındaki meseleyi “Usta Hırsız Ev Sahibini Bastırır” başlıklı bir yazıda açıklaması ile bu harita meselesinin patlak vermesi aynı döneme rast gelmektedir. Söz konusu haritada ilginçtir ki Basra da aynı Mısır gibi yakın bir gelecekte elden çıkacaktır. Tabi yine Gaspıralı’nın bahsettiği gibi burada da “İngilizlerin dolabı”na bakmak icap ediyor.  
Haritalar sadece “yeryüzünün veya bir parçasının, belli bir orana göre küçültülerek düzlem üzerine çizilen taslağı” değil aynı zamanda uzun vadeli siyasi planların argümanıdır. Bir asır evvel Hakikat gazetesindeki ifadeyle söyleyecek olursak “Öyle ateşle, barutla, ordu ile, donanma ile” değil haritalarla dayanırlar sınırlara önce. “Yirminci asrın silahı” olan kalemin yerine artık bilişim teknolojileri ile çiziliyor haritalar. Bugün küresel dünyada da farklı habis hayallerle çizilmiş provokatif haritalar çıkıyor karşımıza zaman zaman. Atatürk’ün de ifade buyurduğu üzere “Dâhilî ve haricî bedhahlar olacaktır.” en nihayetinde. 
Bedhah, “kötü” anlamındaki “bed” ve “isteyen” anlamındaki “hâh” kelimelerinin birleşmesiyle oluşmuş. Yani kötülük isteyen demek. Zira düşman bizatihi -gizli yahut açık bir şekilde- saldıran, aleyhimize çalışan değildir her zaman, düşmanlık bir duygudur her şeyden önce. Sizin için beslenen kötü duygulardır, daima kötülüğünüzü isteyen biri/leri tarafından. Atatürk, “bedhah” kelimesini kullanarak “Türk istiklali”ne, “Türk Cumhuriyeti”ne içeriden ve dışarıdan yönelen bu -sorunlu- duyguyu, bu -tehlikeli- temenniyi fark etmemizi istemiştir öncelikle. Bununla da kalmayıp vurgulamıştır. Nasıl mı? Nutuk’un özü ve özeti olan Gençliğe Hitabe’de gençliği “Bir gün, istiklal ve cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine düşerse” o bir günü “çok namüsait mahiyeti”yle, bütün yönleriyle betimlerken hep ihtimallerden bahseder: “…memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir.”, “…memleketin dâhilinde iktidara sahip olanlar, gaflet ve dalalet ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler.” gibi. Sadece bir yerde kesinlik söz konusudur: “Dâhilî ve haricî bedhahların olacaktır.” Olabilir, değil olacaktır. Her hâlükârda -kesinlikle- içeride ve dışarıda kötülüğünü isteyenler daima olacaktır. 
Tarihini çok iyi bilen bir lider olarak Atatürk; Nutuk’u müstakbel evlatlarının dikkatli ve uyanık olması için kaleme aldığını dile getirirken nice bedellerle vatan kılınan, şehitler yatağı bu toprakların bulunduğu coğrafyanın kaderini hatırlatır. Bu bakımdan eserin son cümlesi olan “Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur.” sözü, esasında bir son değil bilakis bir yön cümlesidir. Bir başlangıç noktasıdır. Gösterdiği yönde Atatürk; tarih şuurunu, kimlik bilincini zorunlu kılmaktadır “Türk istikbalinin evladı”na.