İlgiyle okunan köşe yazarımız Edebiyatçı-Yazar Feride Turan, Kerbela ve Muharrem ayına dair görüşlerini eskisehir.net okurlarıyla paylaştı. 

“Yıllar geçiyor ki yâ Muhammed, 
Aylar bize hep muharrem oldu!”
Mehmed Akif, bu dizeleri yazdığında aylardan muharrem değildi. Ama her ay’ının muharrem olduğu bir dönemi anlatır bu şiir. O hâlde ayların hep “muharrem” oluşunun manası nedir? Adının barındırdığı “barış ve esenliğe” rağmen İslam’ın coğrafyasında savaşlara, ölümlere, ölümden beter zulümlere, Müslümanların hâline ve tutumuna kahrolan şair; her ayın “muharrem” gibi matem ile geçtiğini dile getirmektedir. Böylece “muharrem” ayının asıl özelliğinin “matem” olduğunu da vurgulamıştır Millî Şair’imiz. 
O hâlde muharrem nedir? 
Muharrem, çöl sıcağında suyu serin Fırat’ın bir damlasının dahi -kundaktaki yavrusuna kadar- Peygamber ailesinden esirgendiği aydır. 
Muharrem; zulme boyun eğmeyen Hz. Hüseyin’in zalimlere biat etmediği aydır. 
Muharrem; Peygamber Efendimiz’in öptüğü gözlerin, okşadığı başın gövdesinden ayrıldığı ve  “Cennet Gençlerinin Efendisi” diye sevdiği çok kıymetli torununun hunharca şehit edildiği aydır. 
Muharrem; Hz. Hüseyin’i davet edip sonra onu yalnız bırakanların vefasızlık ve ihanetini, onun yanında duranların sadakatini sınadığı aydır. 
Muharrem, bir avuç insana karşı Emevi ordusunun orantısız güç kullandığı aydır. 
Öldürmenin, kan dökmenin haram sayıldığı bir dönemde Ehl-i Beyt’in katledildiği ve mallarının yağmalandığı aydır Muharrem. 
Velhasılı Muharrem; Kerbela’dır. 
Üzerinden yüzyıllar geçse de acımız hiç dinmeyecek, yaramız hiç kapanmayacak ve içtiğimiz her su damlası boğazımızda düğümlenecektir. Evet, üzerinden yüzyıllar geçti, dünya Yezid’e de kalmadı. Uğruna Ehlibeyt’in kanını döktüğü ve sadece üç buçuk yıl süren saltanatı da yerin dibine geçti. Ondan geriye ise zulmün, kötülüğün, haksızlığın sembolü olarak lanetle anılan ismi kaldı. İşte bu yüzden muharrem; zalimin adının “Yezid”, mazlumun adının “Hüseyin” olarak tarihe kaydedildiği aydır. 
Kerbela’yı anlatırken şair Fuzulî’nin de dediği gibi “Dünya arsasına gelip de gitmeyen kim var? Ömür köşkünü, felek çarkının yıkmadığı kim var? Var mı öyle biri? Kimdir o?”
“Kimdir o kim arsa-yı dünyaya geldi gitmedi
Kimdir o kim kasr-ı ömrün çarh viran etmedi”
Dünya Yezid’e kalmadığı gibi Yezidlere de kalmayacaktır. Ama yine de Yezidler yezidliğini yapmaya devam edecektir şüphesiz. Peki ya biz? Dünya arsasında kiracı olan bizler, bu hadisenin neresindeyiz? Yüzyıllar öncesine ait trajik bir olaydı, deyip geçemeyiz. İslam dünyasını derin kedere boğan ve kıyamete kadar unutulmayacak Kerbela’nın günümüze bakan yönüyle iyi analiz edilmesi gerekir. Bunun için de doğru sorulara ihtiyacımız var. Hz. Hüseyin’in, canı pahasına Yezid’e biat etmemesini nasıl yorumlamalıyız? Kerbela’dan çıkarılması gereken “ana fikir” nedir? Hz. Hüseyin’e biat ettiğini söyleyen binlerce kişi neden sözlerini tutmadı? Kan dökmenin haram sayıldığı “haram ayları”ndan birinde, muharrem ayında, verilen katliam emrine niçin itirazlar gelmedi? Kendilerini “Müslüman” diye tanımlayan insanlar Peygamber Efendimizin çok sevdiği torununa ve akrabalarına vahşice, yezidce nasıl kıyabildiler? Koca bir ordu, 73 kişiden oluşan Hz. Hüseyin ve taraftarlarını niçin esir almakla yetinmedi? Bebek çağında çocukların da bulunduğu Ehl-i Beyt neden çöl sıcağında on gün susuz bırakıldı? Neyi kimden esirgedi Yezidler? Ne adına, kim için? Soruları artırabiliriz fakat sorular ne kadar artarsa artsın bize bakan yönüyle cevap tektir: Kalbimizin Hüseynîlerle olması neye yarar, kılıcımız Yezidlerin emrindeyse. Bizi kurtarmaz kalbimizin Hüseyinlerle olması, zalimin safından mazlumun safına -yenileceğimizi bile bile- geçmedikçe. Tıpkı Kerbela’da son anda pişman olup Yezid ordularından Hz. Hüseyin tarafına geçerek ölmeyi tercih eden “Hür” ismindeki kumandan gibi… Tıpkı Kerbela’da mazlumun safına geçip kendini zulme bulaşmaktan, suç ortağı olmaktan ebediyen kurtaranlar gibi… 
O acı günden sonra Müslümanlar ne zaman zulümle, ne zaman KERB (gam, keder, üzüntü) ve BELA ile karşılaşsa Hz. Peygamber’in torununun çektiği sıkıntıları hatırlar. Nitekim şair Fuzûlî; Kerbela’yı anlattığı “Hadikatü’s Süeda” isimli eserinde aynı noktayı vurgular. Ayrıca tarih de bize şunu gösteriyor ki taşkınlıklar, aşırılıklar ve iktidar hırsı Peygamber ailesini bile hedef alacak kadar haddi aşabilmiştir. Aslında “Âl-i Resûl”ün, yani Peygamber ailesinin hedef alınması çok öncelere uzanıyordu. Yunus Emre’nin “Tanrı arslanı Ali, sağında Muhammed’in / Hasan ile Hüseyin, solunda Muhammed’in” şeklinde bahsettiği Ehl-i Beyt’e iftiralar, algı operasyonları, manipülasyonlar ile kara ağızları saldırdı önce. En sonunda ise -şair Sâfî’nin de ifade ettiği gibi- yüzyıllar boyu “yüzü kara” olarak anıldılar:
 “Âl-i Resûle hangi yüzü kara böyle eder 
Olsun Yezîd’e lanet-i Yezdân yâ Hüseyn”
Kiminin yüzü, kiminin gözü kara idi o gün. Dostun belli olduğu kara bir gün idi Kerbela. Hüseynîler kara toprağa, dünyalıklarını kurtaran Yezidler ebedi karanlığa gömüldüler. Hâlbuki âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber Efendimiz; Şura Suresi 23. ayette de ifade buyrulduğu üzere, birbirimize duyacağımız sevgi ve muhabbetten başka ücret istememişti. Ehl-i Beyt’e duyduğumuz sevgi ve muhabbet ise “kişinin sevdikleri ile beraber olacağı” bir güne beslediğimiz ümidin ifadesidir. Lakin Kerbela’da Hz. Hüseyin’le beraber olanlar sayıca ne kadar da azdır! Vicdanını işletenleri en çok yaralayan da bu değil midir! 
“Ey Kerbelâ’da şâh-ı şehîdân yâ Hüseyn” 
“İnletti bizi mihnet-i devrân yâ Hüseyn” 
Yüzyıllar geçti ancak acı, kan ve gözyaşının adresi değişmedi yâ Hüseyin. “Aylar bize hep muharrem oldu” diyen Mehmed Akif’in İslam coğrafyasına dair elem ve kederini duyuyoruz hâlâ. Ey şehidlerin şahı! Savaş, afet, yoksulluk nedeniyle yetim, korumasız ve aç kalan çocukların çoğu yine İslam coğrafyasında… Yeryüzünün her karışını kana boğmak için fırsat kollayanlar yine iş başında. Acılarımız üzerinden nifak tohumları yeşertmek isteyenler dün olduğu gibi bugün de fırsat peşinde… 
Mücadele devam ediyor yine. Peki bizler Hüseynîlerle Yezidlerin mücadelesinde hangi safta yer alacağız? “Ne biçim soru bu! Tabii ki tüm kalbimizle Hüseynîlerleyiz.” diyenler çıkacaktır şimdi. Ancak unutmamalı ki Hz. Hüseyin, davet üzerine Kûfe’ye yola çıktığında yolda şair Ferezdak ile karşılaşıp Kûfe’deki durumu sormuş ve “Halkın kalbi seninle, kılıçları Ümeyye oğulları iledir”, (yani Emevilerle, yani Yezid’ledir) cevabını almıştı. O zaman kendimize dönüp ve hatta kendimize gelip şunları sormalıyız: Organların şahitlik edeceği o günde kalbimiz ile kılıcımız aynı yerde mi çıkacak? Kan dökmenin, kötülüğün, iftiranın, haksızlığın, yanlışın, usulsüzlüğün, her türlü istismarın -kim yaparsa yapsın- koşulsuz şartsız karşısında mıyız? Dünya arsasına konmuş ömür köşkümüzde bakalım kin, nifak söylemlerine mi kulak vereceğiz; yoksa gönül memleketimizde farklılıkları tehdit değil, birleştirmek için fırsat bilen bir medeniyetin sesi mi yankı bulacak? “Nerde bir gönlü kırık görsen merhem ol” diyen gönül mimarımız Hoca Ahmed Yesevi’nin işaret ettiği yöne yüzümüz mü yoksa sırtımız mı dönük olacak? 
Kerbela’yı unutmayacağız, yüreğimizdeki takvime göre günler hep Kerbela, aylar hep muharrem… Unutmayacağız, Hacı Bektaş-ı Veli’nin dediği gibi “bir olmak, iri olmak, diri olmak” için unutmayacağız. “Damla değil” Hz. Mevlana’nın dediği gibi “umman olmak” için unutmayacağız. Nefret-intikam tohumları ekmek için değil, Yunus gibi “sevelim ve sevilelim” diye unutmayacağız. Çünkü birbirimizi sevmekten başka ücret istemeyen bir Peygamber’in ümmetiyiz. Çünkü “öldürmeyin”, “fesat çıkarmayın” ilahî emri -istisnasız- hepimiz içindir.
Başta Seyyid-i Şüheda-yı Kerbela Hz. Hüseyin olmak üzere bütün Kerbela şehitlerini, vatan için feda-i can eden şehitlerimizi rahmetle anıyorum. Organların şahitlik edeceği o günde kalbimizle birlikte kılıcımızın da Hüseynîler safında yer alabilmesi ümidiyle…