Yağmurlu Eskişehir akşamlarından, güneşli Eskişehirli sabahlarına geçişler… 
Yaza ısınamıyor soğuğa alışamıyoruz. 
Giydiğimiz kıyafetlerin hava durumunu da, ruh halimizi de yansıttığını söylemek çok zor.
Ruhumuz terlerken bedenimiz üşüyor. 
Ruh niye terler? 
Günlük hayatın hızına yetişen bedenlerimize ayak uyduramıyor, soluk soluğa kalıyor garibim. 
Pek çoğumuz, pek çok yere ruhlarımızı geride bırakıp öyle gidiyoruz. 
Tarantino filmleri gibi abartılı bir aksiyon hali. 
Zannediyorum burada başlıyor özlemek. 
Geride kalanlara, geride bıraktıklarımıza... 
Eeee zaten ruhumuzu da geride bırakmamış mıydık? 
Ecnebi dilinde “yabancılaşma” diyorlar. 
Kişinin ürettiği ile arasına soğuk mesafelerin girmesi durumu.  
Üretim dediysem mavi tulum işi değil. 
Günlük hayatta yapıp ettiğimiz her şey ile aramıza giren mesafelere bakın. 
Yürüyüşlerin ayaklar ile düşüncenin zihin ile kopukluğu. 
Duygularımızı teorik kılıflara giydirmeye çalışıyoruz. 
Olmuyor haliyle. 
Kayıp duruyor kıçından. 
Sevdiklerimiz ile sevmediklerimiz arasında felsefi işler durağındayız. 
Mikrofonu uzatsalar çözeceğiz de dünyanın sırrını. Uzatılmıyor işte. 
Ekonomik bir çıkarım yapıp günü bir aşk sözcüğü ile tamamlamakta günümüz modası.
 Mesela geceleri Cüneyt efendiye acıyıp, sabah en sevdiğimize bir temiz kıyacağız. 
Çünkü kıymanın fiyatından haberdar bir tarafımız. 
İnsan, freni boşalmış kamyonun arkasındaki bedbaht yolcu. 
Duvara toslayacak bir hayatın “acaba kurtulur muyum?”  diye umutlanan yükü. 
İnsan yaşama yük müdür? Müdür.
 Yük dediysem aynı zamanda taşıyanı da. 
Bir hamal bir hamalı sırtlanmış yürüyor anlayacağınız. 
Hayat hızlı biz yorgun. 
Adalar da şöyle az sayıda müşterisi olan bir kafede oturup bir çay istemenin vakti geldi geçiyor bence. 
Çayı içerken belki ruhumuz da yetişir bizlere.