Sopa kimin elindeydi? Sopanın kimin elinde olduğu mühim. Yazmaya devam ettiğim mesleki anılarımda “Sopa Benim Elimde” diye bir bölüm var hatta.

Sopa kimin elindeydi? Sopanın kimin elinde olduğu mühim. Yazmaya devam ettiğim mesleki anılarımda “Sopa Benim Elimde” diye bir bölüm var hatta. Mesleki hayatımızda bir vakitler bu cümlenin muhatabı olmuştuk ve biz de “ama Allah’ın sopası yoktur, unutmayın” demiştik cevaben. Zira inanıyoruz ki Allah yarına bırakır ama kimsenin yanına bırakmaz. 

Şimdi mecazi sopadan sahici “sopa”ya ve bir asır öncesine geçelim. Mekân yine Eskişehir… Eli sopalılardan biri diyor ki: “Ey köylüler, işte bunların padişahından tut da neferine varıncaya kadar hepsi dinsizdir, kâfirdir.”  “Sopa” dedik ancak ellerinde martin tüfekli adamlar, Eskişehir köylerinde eş zamanlı peyda oluyor ve oy verme işlemleri başladıktan sonra sandık kurullarını, hatta jandarmayı dahi darp edip esir alıyorlar. Öyle ki Eskişehir’e askerî destek dahi gönderilmiş. Dönemin ulusal basınında da yer bulan bu olaya “10 Mart Hadisesi” deniyor. Fakat ülke genelinde de birtakım şiddet gösterilerine sahne olan 1912 seçimleri “sopalı” ya da “dayaklı” seçimler olarak tarihe geçmiştir.

Baskın Seçim

Konuya dair yapılan çalışmalarda kapsamlı bilgiler mevcut lakin biz bu çalışmada yerel bir gazetenin kayda geçmemiş satırlarına yer vererek yeni sözler eklemek niyetindeyiz. Bugün unutulsa da Eskişehir’de toplumsal bir travmaya neden olan ve uzun süre izleri silinmeyen bu olay; dönemin bütün siyasi çekişmeleri bir yana, şehir kültürünü inşa eden bir sürecin parçasına daha dikkatli bakmamızı sağlayacaktır.

Yeni sözlere geçmeden evvel “sopa” metaforuyla “Sopa kimin elinde?” sorusunu birkaç bağlamda sormamız gerekir. Evvela Türkiye’nin ilk çok partili seçiminden bahsediyoruz. Çok partili dediysek aslında ortada öyle çok parti de yok; toplumun ikiye bölündüğü bir siyaset meydanı var. Ve “iki yiğit çıktı meydâne, ikisi de birbirinden merdâne” diyebileceğimiz bir huzur ve güven iklimi söz konusu değil maalesef. Terazinin bir tarafında dönemin örgütlü tek siyasi gücü İttihat ve Terakki Partisi; diğer tarafında ise yeni kurulmuş ve teşkilatlanmasını henüz tamamlayamamış Hürriyet ve İtilaf Partisi bulunuyor. Esasında ona muhalefet partileri koalisyonu da denebilir.

Teşbihte hata olmaz; güç, yetki bağlamında “Sopa kimin elinde?” diye sorduğumuzda İttihat ve Terakki’nin erken seçim kararı alınmasına, bu şekilde Hürriyet ve İtilaf Partisi’nin seçimlere hazırlıksız yakalanmasına zemin hazırlayacak birtakım hamlelerde bulunduğunu görüyoruz. Sonuçta güç “baskın” gelmiştir.

Seçmen Listesinde “Kadının Adı Yok”

Teşbihte hata olmaz, “Sopa kimin elinde?” sorumuzu bu sefer ülkenin geleceğine karar verme hakkı olarak sorduğumuzda ise bütün dünyada olduğu gibi ülkemizde de; değil aday listesinde, seçmen listesinde dahi kadının adı yoktu. Esasında erkekler bakımından da eşitsizlik söz konusuydu. Aynı soruyu erkekler için sorduğumuzda da mesela yılda belli bir miktarın üstünde vergi veremeyenler aday olamıyordu. Türk kadını olarak bu hakkı birçok Avrupa ülkesinden önce “Daha emin ve daha doğru olarak yürüyeceğimiz bir yol vardır: Büyük Türk kadınını çalışmamıza ortak kılmaktır.” diyen Atatürk önderliğinde ve Cumhuriyet kazanımlarıyla elde ettiğimizi de söylemeden geçmeyelim.

Seçimlerin “açık oy-gizli sayım” usulü yapılması da “Sopa kimin elinde?” sorusunu gerektirecek başka bir durum. Yani oy verebilme hürriyeti kimin elinde? Oy açık açık herkesin huzurunda verilecek, oysa diğer taraftan Eskişehir’in Hakikat Anadolu Sesleri gazetesinin sütunlarından takip ettiğimize göre de devletin her kademesinde İttihatçı ağırlıklı bir yapılanma söz konusu. Hatta Kaymakam Zekai Bey, İttihat ve Terakki Partisi’nin adayları arasında yer almaktadır. Adaylığını koyduğu bölgenin de “Karapınar Mahallesi” olduğunu gazetenin yayımladığı “namzed” listesinden biliyoruz. Bu arada seçimlerin iki aşamalı yapıldığını da belirtelim. Kısaca halk aslında mebusları değil, mebusları seçenleri belirliyor. İkinci aşamada ise seçilen bu az sayıdaki delegeler oy kullanabiliyor.

“Harpsiz Ele Geçen Millet”

“Sopa kimin elinde?” sorusunu seçim propagandaları, her iki partinin kullandığı argümanlar, geliştirdiği söylemler bağlamında sorduğumuzda da tarafların birbirlerine ağır ithamlarda bulunduğunu görmekteyiz. Söz konusu gazeteden satırlarla anlatalım: İttihat ve Terakki Partisi’ne göre eğer Hürriyet ve İtilaf Partisi kazanıp da iktidara gelirse “harpsiz, kansız bu memleketler ellerimizden çıkar gider de farkında bile olmayız.” İddialarına göre İtilafçılar, “mukadderat-ı millet” ile yani milletin kaderiyle oynamakta; milletin, devletin ziyanında kendi menfaatini aramaktadır. “Onlar çocukların babasız, babaların evlatsız, karıların kocasız, sabilerin kimsesiz yetim kalmalarını görmekle lezzet bulmuş adamlardır.” İtilafçıların “kazanmalarına meydan vermek, memleketin müthiş bir vartaya düşmesine göz yummak” demektir. Zira onlar başa gelirse “vatan, istiklal, hürriyet elden gidecektir”. Hatta partinin adını “Hürriyeti İtlaf” diye telaffuz ederek hürriyeti telef edeceklerini dile getirmektedirler. Hürriyet ve İtilaf Partisi’nin argümanı ise gayet kısa ve nettir: İttihat ve Terakki kazanırsa “Bize şapka giydirecekler, Kur’ân-ı Şerif’i kaldıracaklar, camileri kapatacaklar”dır. Ayrıca “İttihatçılar oruç ve namazı kaldıracak”tır.

Basın cephesinde kıran kırana bir savaş izler gibiyiz geçmişten bu satırları okurken. İttihat ve Terakki Partisi’nin saflarında “Hakikat Anadolu Sesleri” gazetesi, Hürriyet ve İtilaf Partisi’nin saflarında ise “Nimet” gazetesi vardır. Nimet gazetesi elimizde olmasa da Hakikat’in sayfalarından Nimet’in attığı söz bombalarını, fişeklerini günbegün takip edebiliriz. Mesela öğretmen Mehmet Tevfik “Muarızlarımızın (muhaliflerin) şu hâline bakıyoruz da Sıffîn muharebesini der-hatır ediyoruz (hatırlıyoruz).” diyerek söz konusu ithamlara “Sıffin Savaşı” örneğinde cevap vermektedir. Sıffîn Savaşı’nda müracaat edilen en mühim vasıtanın Kuran-ı Kerim’i süngüler üzerine takmak olduğunu, böylelikle Hazreti Ali tarafındaki orduyu harpten feragate mecbur ettiklerini söylemektedir. Hürriyet ve İtilafçıların da “halkın hissiyât-ı diniyelerini ezecek vesâite müracaat ettiklerini” vurgulamaktadır.

“Ey Bu Milletin Mukadderâtından Mesul Olanlar!”

Hakikat Anadolu Sesleri gazetesinin yayın çizgisi takip edildiğinde İttihatçı görüşün tabanda yayılmasına hizmet etmesi, bu kapsamda siyasi meseleleri irdelediği makaleler bir tarafa; kamu yararına bir yol takip ettiği, özellikle istismar edilmiş kadın ve çocuklar, yoksullar gibi dezavantajlı grupların; istihdam edilmeyen Türk gençliğinin sesi olduğu görülmektedir. Yeri geldiğinde “Ey bu milletin mukadderâtından mesul olanlar! Artık yetişiversin, aldanmak, aldatmak, oyalamak, oyalanmak politikasından Allah aşkına vazgeçiniz! Anadolu yanıyor. Zaruret, sefalet, haksızlık buraları baştan başa kavuruyor.” diye feryat ederek halkın hakkını aradığı kimseler; dönemin baskın gücü İttihatçılar da dâhil tüm muktedirlerdir.

Gazetenin başyazarı Mestan İsmail; sivri kalemiyle dişli bir siyasi rakip olabildiği gibi ilkeleriyle, doğrularıyla çakıştığında aynı siyasi görüşteki kimseleri bile eleştirmekten çekinmediğini yazılarıyla ortaya koymuştur. Yaptığı haberlerle güçlü düşmanlar biriktirmiştir. Gazetenin bir dönem yazı işleri müdürlüğünü yapan ve aynı zamanda “fukaradan ücret almayan” bir avukat olan Takiyüddin Bey; “Hiç kimsenin haberi yok iken ansızın bir kuyruklu yıldız gibi doğuveren, Meşrutiyetimizin müessiri bulunan muhterem İttihat ve Terakki” diye bahsettiği cemiyeti eleştirmekten de geri durmamıştır. Özellikle hukuka aykırı işler ve Anadolu’nun ihmal edilişi başta olmak üzere dönemini eleştiren Takiyüddin Bey, kendini kanunların üstünde görenlerin sonunun utanç ve pişmanlık olduğunu vurgulamıştır. Onun hukuk mücadelesini Eskişehir Salih Zeki Anadolu Lisesi öğrencilerimle 8. Uluslararası Hukuk Sempozyumu’nda sunmuştuk, hatta bildiri tam metnimiz sempozyum kitabında da yayımlanmıştır.

Kimler Milletvekili Olmalı?

Hakikat Anadolu Sesleri gazetesinden takip ettiğimiz bu siyasi çekişmelerin tam da ortasında ve seçim gündemi kapsamında milletvekili kriterlerine dair dikkat çekici bir yazıya rastlıyoruz. “Kimleri Mebus İntihab Edeceğiz? (seçeceğiz)” başlıklı yazı; gazetede hem siyasi konulara hem de halk sağlığına değinen, özellikle içkinin zararlarına geniş yer veren Operatör Doktor Keklikyan’a ait. Tansiyonun yükseldiği bu günlerde Keklikyan’ın yazısı; bizi sağduyu limanına ve bir konuda dikkatli olmaya davet ediyor. Ona göre devlet “vâsi (engin) ve fırtınalı bir deniz içerisinde sahilden gayet uzaklarda dolaşan bir gemi” gibidir. “Bu gemiyi kim selâmete çıkaracak; onu kim gark olmak (boğulmak) tehlikesinden kurtaracak?” O hâlde geminin dümenine geçmeye talip kimselerde hangi şartlar aranmalıdır?

Keklikyan; ideal milletvekili için “dirayet, iktidar, vatanperverlik” gibi kriterleri sayar. Yani donanımı, liyakat ve ehliyeti; vatanın menfaatini şahsi menfaatinin önünde tutmayı önceler. Ancak dini, mezhebi, milleti, dünya görüşü ile değil bir mebus her şeyden önce “kanun-şinas” özelliği ile değerlendirilmelidir. Yani hukukun üstünlüğünü prensip hâline getirmiş biri olmalıdır. Oysa ona göre “Ahalimiz içinde gayet yanlış bir fikir vardır”. Keklikyan toplumdaki iyi siyasetçi algısının bunlardan uzak olduğuna işaret ederek “Belagatin mebuslukta şart koşulmasını”, hatta hitabet yeteneği olmayan bir şahsın milletvekilinden sayılmamasını eleştirmektedir. Zira ona göre belagati “vatanın selameti” için değil kendi nefsi, menfaati için kullanan siyasetçiler de gelip geçmiştir. Avrupalıların siyasetçilerde hitabet yeteneğine bakmadığını da sözlerine ekler. Yukarıda sayılan özelliklerin üstüne milletvekili adayında bir de hitabet gücü olursa Keklikyan’ın elbette buna bir itirazı yoktur, hatta “Ne âlâ!” der.

10 Mart “İrtica” Hadisesi

Hakikat gazetesinin bildirdiğine göre askerî desteğin 13 Mart akşamı şehre intikal ettiği olaylar; köylerde yapılan seçimler sırasında yaşanmıştır. Günümüzdeki gibi tek günde başlayıp biten bir seçim söz konusu değildir. Seçim önce Eskişehir merkezinde yapılmış ve sonucunda İttihatçıların 12, İtilafçıların ise 4 adayı kazanmıştır. Bir hafta sonra sıra köylere geldiğinde ise olaylar patlak vermiştir. Aslında kaymakamlık bu yönde bir istihbarat olduğundan birtakım tedbirler almıştır. Fakat olayların “yek-âhenk ve bir usta işi” olması, yani eş güdümlü ve profesyonelce planlandığı, ayrıca bu kadar ileriye gidilebileceği çok sonra fark edilecektir.

Neler mi olmuş?  Biz hadisenin şahitlerinden, hatta hedeflerinden birinin beyanıyla bir örnek vermekle yetinelim. Kırka’daki seçimin kâtibi Hamdi Bey’in ifadelerine göre “kaçakçı, hırsız ve memleketin eşirrâ” takımından bir grup martin tüfekli adam, seçim görevlileri ve jandarmaya ateş açmış; iki jandarmanın silahını gasp etmiş; seçim alanında bulunan iki vatandaşı, Hükûmetin tahsildarı Habil Efendi’yi ve seçim memuru Artin Efendi’yi ağır şekilde yaralayıp cebinden saatini ve iki yüz kuruşa yakın parasını almışlardır. Hamdi Bey kurşunların hedefi olmamak için ahıra saklandığını, eli silahlı adamların kapıyı kurşunlarla delik deşik ettiğini ve ahırı gazyağı ile yakmaya kalkıştıklarını anlattıktan sonra sözlerine şöyle devam etmektedir: “Kırkalılardan her kimi gördülerse bunlara, siz muhafaza ediyorsunuz diye üzerlerine kurşun atarak o biçare halkı çil yavrusu gibi dağıtanlar, bilahare Jandarma Koca Mustafa, Mülazım Abdullah Efendi’yi biz sizi esir aldık diye bir hayli işkence ederek tâ Karaşehir’e kadar çeşitli eziyetlerle getirenler acaba kimler idi?” Bu sözler Nimet gazetesinin iddialarına cevap olarak Hakikat’te yayımlanmıştır. Gazetedeki başka bir yazıdan da Kırka’daki silahlı saldırgan sayısının 25-30 kadar olduğunu haber alıyoruz.

Seyitgazi merkezi, Kırka, Dereköy, Kümbet, Şücaaddin (Aslanbeyli), Özdenk, Tandır ve Bardakçı’daki hadiseler üzerinde duran gazetede; sadece Muttalip’te olay çıkmadığı, oraya İtilafçıların gittiği, diğer seçim bölgelerinde “tam manasıyla bir irtica tufanı koptu”ğu yazmaktadır. Yalnız bu ifadelerden, seçim bölgesinin neredeyse tamamına yakınına İttihatçıların görevlendirildiği anlamı da çıkmaktadır. O hâlde eşit olmayan koşullardan da bahsedilebilir.

Eskişehir’de Sopa Kimin Elinde?

Olaylar İstanbul basınında da yer bulmuş, hatta Tanin gazetesi, muhabiri Ahmed Şerif Bey’i Eskişehir’e göndermiştir. Vakayı araştıran Ahmed Şerif Bey, yazdığı makalede hadisenin “tam manasıyla” irticai bir özellik gösterdiğini vurgulayarak tıpkı 31 Mart Vakası gibi değerlendirilmesi gereği üzerinde durmaktadır. 31 Mart Vakası, 1909 yılında İstanbul’da meydana gelen ve Sultan II. Abdülhamid’in tahttan indirilmesiyle sonuçlanan, mahiyeti bakımından irticai yönüyle değerlendirilen bir ayaklanmadır. Ahmet Şerif’e göre Eskişehir’deki hadisenin 31 Mart Vakası’ndan tek farkı vardır: “Bunun daha iyi, daha amelî ve tecrübî düşünüldüğü, hedefe götürecek yolların daha esaslı ve vâzıh düşünüldüğüdür.” Bunu hazırlayanların çok iyi planlama yaptığı, olayın bir iki aylık bir hazırlık evresinin bulunduğu, özellikle köylülerin etki altına alındığı; yazıda vurgulanan hususlar arasındadır.

10 Mart Hadisesi’nin “irticai” özelliğini vurgulayan bir de kitap çalışması varmış. Kitabın adı “Hacı Veli Bayrağı yâhud Eskişehir’in 10 Mart Hâdise-i İrticâiyesi”dir. Hakikat Matbaası tarafından basılacağı duyurulan Kazım Bey imzalı bu kitap yayımlanmış mıdır, yayımlanmışsa bugün hâlâ varlığını koruyor mudur bilinmez. Kim bilir belki de bir gün ansızın karşımıza çıkacaktır. Kitabın adında geçen Hacı Veli, Hürriyet ve İtilaf Partisi’nin Eskişehir başkanıdır ve ortası beyaz, etrafı yeşil içinde (innâ fetahnâ) ayet-i kerimesinin yazılı, kenarları ‘Yâ Ali’ gibi yazılarla memlu (dolu) bayrak”, bu vakanın sembolü ve somut delili sayılmıştır.

1912 seçimlerine “sopalı” dedirten olayların çıkış noktası aslında Hürriyet ve İtilaf aday ve seçmenlerine ülke genelinde yapılan saldırılardı. Eskişehir’de ise tam tersi bir durum yaşanmış, görünüyor. Bu sefer “sopa”yı gerçek anlamıyla soralım: Eskişehir’de sopa kimin elinde? İşte tam da burada şehrin dinamikleri ve güç dengeleri devreye giriyor. Kentin en nüfuzlu ve zengin ailesinin İtilafçı olduğu, -hem üye sayısını artırmaya yönelik çalışmalarıyla hem de maddi bakımdan- Hürriyet ve İtilaf Partisi’ni desteklediği bilinmektedir. Olayları asıl yöneten ve yönlendirenler arasında bu aile erkânından kimseler bulunduğuna dair Hakikat gazetesinin satırlarında birtakım iddialara rastlanmaktadır. Hatta Mestan İsmail Bey bir yazısında “Yazıklar olsun ki hükûmet, evvelce de söylediğimiz vechile eşeği değil paldümü döğüyor!” diyerek olaylarda sadece “ne yaptığını bilmez birer âletten ibaret” kişilerin yargılandığını ve arka plandaki asıl sorumlularına dokunulmadığını vurgulayarak -ülkedeki örgütlü tek siyasi güç olan İttihatçılar da dâhil- “milletin mukadderâtından mesul olan” herkesi sert bir dille eleştirmektedir.

Eskişehir merkezinden bir görünüm.