Şimdi herkes “erdem”in, “tevazu”nun, “samimiyet”in ve “dürüst”lüğün peşinde ya… Herkes israfa karşı. Gayet tabii böyle olmalı. Zaten insan dünyaya bu suretle gönderilmedi mi? Ancak bizim dediğimiz başka mevzu. Siyaset falan derken düştük kaldık şimdi fikir cenderesinin içine, ya sen?!

Düşünüyorum, bunca şair o şiirleri yazarken pamuk şekeri ile yazmadı sanırım. Hoş, kimin nasıl travma yaşadığını bilemeyiz. Zira hayat girift hikayelerle dolu. Ancak sözgelimi elma şekeri ile dahi yazılsa bu şiirler, içerisinde onları beste yaptırıp yarınlara miras bırakacak sancılar saklıyor.

Örneğin Sabahattin Ali’nin

“Bir yanımı sardı müfreze kolu,

Bir yanımı sardı Varilcioğlu.

Beş yüz atlı ile kestiler yolu,

Eşkıya dünyaya, hükümdar olmaz.” dediği yer hani… Hangimiz geçmedik oradan? Erdem’in peşine düşen nice Don Kişotlar, yani 24 saatlik günün belki bir anında açtığınız meydanlarda yaptığınız devrimler hani… Kâh cenk ederek kâh muhabbet ile…

Ya da Barış Manço’nun Halil İbrahim Sofrası’na bakalım…

“Bir sofra kurulmuş ki Halil İbrahim adına,

Ortada bir tencere, boş mu dolu mu bilen yok…”

Yahu Hazar Denizi’nin güney sahillerinde, Tahran havzasında başlayan bir varoluş, Nizamiye Medreseleri’nde “ham”dan “hâl”e geçerek asırları inşa etmedi mi? Bugün geldiğimiz noktada Cemil Meriç’le her akşam delirircesine sohbet edip Adam Smith’in (esasen) liberal aynı zamanda devletçi ve aynı zamanda hür fikirlerini nasıl görmezden gelebiliriz? Platon “Devlet” dediğinizi duyar gibiyim. Haklısınız. Ancak şu dün akşam sizi kızdıranın hâline baksanıza bir: sütten çıkmış ak kaşık! Allah’ım bir havalar bir havalar! Sanırsın Mars - Venüs arası lojistik şirketi var. Bana değil, ona söyleyin lütfen. Söyleyin ya da sonsuza kadar susun ve çayınızı için. Sürekli dert yanmayın. Sipariş ettiğiniz bitter çikolata yerine sütlü olanından almış olabilirim ancak size bunu getirdim ve sizi ben kızdırmadım. Bir de bu yanından bakın lütfen.

Kim demiş uysal koyunum? Yalnızca ağır başlıyım. Ayrıca dün akşam sizi kızdıran ben değilim, arkadaşınız.  O da sosyal medya kullanmayı bildiğinden değil ancak sosyal medyanın “norm” hâline gelen ikliminden mütevellit sizin bam telinize dokunmayı başardığından kızdınız. Eh! Belki de siz de aslında samimi değilsiniz? Yani bir düşünün; Musa’nın asasına mı talipsiniz yoksa Firavun’un tahtına mı, ki buralara kadar geldiniz? Düşünsene, hem peşinde Firavun ve ordusu, gelmişsin denizin kenarına yani son noktaya ve hem de Musa (as) değilsin!

Bakın tekrar söylüyorum; gelin bir su için. Bir nefeslenin, çay için. Kendinizi günübirlik seyahatlere hapsetmeyin. Hapsoldukça kararıyor mahzenlerimiz. Erdem, ahlak, samimiyet üzerine düşüneceksiniz mahzenler sizindir, ananızın ak sütü gibi helâl. Ancak öylece nem, böceklerle dans, yılanlar ve çiyanlarla ruletse niyetiniz, çıkın Allah aşkına, mahzenleri kirletmeyin. Geçenlerde bir herif denize düşmüş, tutmuş yılana sarılmış, bir de selfie yapmışlar. Neymiş, birbirleri için pek kıymetlilermişmiş de fişfiş de pışpış… Hele bir Fuzuli misali Şeb-i yelda’ya düşsünler de gör, locadan müneccim olmak kolay.

Siz de öyle yapmayın. Fotoğraf çekerken Ara Güler’i kızdırmayın. Kırmızı başlıklı kızı kapmaya gelen kurtların karşısına, kırmızı başlıklı kızın babaannesi gibi çıkıp onları şaşırtın ve ben de buna şaşırıp hayran olayım şaşkınlığıma. En afilisinden bir nefes çekip mavi gökyüzünden Şelale Park’ında Odunpazarı’nın, güneşi uğurlarken Atatürk Bulvarı’nda giydiği pembe pelerine hayran olayım…

Çok uzattık sanırım. İster misiniz yine bir şiire sığınalım. Haydi gelin öyle yapalım. Size bir şiir ısmarlayayım. Hem de Said Yavuz’a nasip olanından:

“Bu ulu dağlar aslında bir yenilginin heybetidir

Vadiler kendini araması bir kaybolmuşun

Yağmur zannettiğin gözyaşı sileceği

Deliliğine bakıyor adam, besliyor onu, ısıtıyor

Odun atıyor habire göğsündeki ateşe

Bunları şiirdir zannediyorsun, değildir.”