İcatlar kitabı, neyin ne zaman, kim tarafından icat edildiğini bizlere doğru bir bilgiyle aktarmaktadır. Tarihsel bilgi birikimi, onca süzgeçten geçip ortak bir noktayı işaret eder. “İşaret eder” de, bizde bırakın “icat etmeyi” ambulansın kim tarafından ülkemize getirildiği, hangi tarihte halkımız tarafından kullanılır olduğu bile “tartışma konusu” haline getirilebilmektedir. Ambulans konusunu en doğrusu, bir zamanlar ambulans şoförlüğü yaptığını duyduğum gazeteci büyüğümüz Rıdvan Uysal’a sormak; o bir üstat olarak gerçeği söyleyecektir. Buzdolabı da öyle, cep telefonu da. Gerçi biz biliyoruz da, “bir bilen katında değer gören” ses verince hatlar fena biçimde bozuluyor nedense. Tabii o zaman ben de bilgimi askıya alıp, tarih sahnesinde balkona asılmış bir iç çamaşırı gibi güneşin ve rüzgârın güvenli kollarına teslim ederek acı bir gülümsemeyle sayıklamaya başlıyorum: Yahu ben 60’lı yılların başında küçük bir çocukken Eskişehir’de tanık olduğum bir trafik kazasından sonra yaralılar el arabasıyla mı taşınmıştı hastaneye? Tamam, evimizde buzdolabının olmadığı tarihleri biliyorum da, 2000’lerin başından önce bizim kullandığımız buzdolabı değildi de neydi? İlk cep telefonu konuşmasını bir zamanlar “benzin vaadı da, biz mi içtik?” diyen Demirel, 90’larda, makamında törenle yapmamış mıydı? Allah’ım yoksa Amerikan yerlileri gibi ateş yakıp dumanları havaya savurarak mı haberleşmiştik! Ama şu: iyi ki internet var da, “bakın şu üniversite de şu tarihte açıldı, o zaman siz yoktunuz!” diyebilme şansımız var. Tabii aslında toplumun bir kesimi o hale getirilmiş durumda ki, “sorgulama” olanakları var da, “kabul” ve “itaat” çok daha kolay galiba. Neyse, konunun bu bölümünü kapatalım.

Kuşkusuz icat alanında yayımlanmış pek çok kitabın basımının yapıldığını, bazı icatların birden fazla kişi tarafından birbiriyle bağlantılı bir biçimde gerçekleştiğinin kabul gördüğünü biliyoruz. Çok ayrıntıya girmeyelim yine de. Çünkü bazen ayrıntı(lar) fotoğrafın bütününü görmemizin önüne geçebilir. Ben radyodan bahsedecektim. Yanılmıyorsam, Türkçemize Fransızca “radio” sözcüğünden geçmiş. Mutlaka bir yerden geçmek durumunda, çünkü biz bulmadık. Geçmemesi için bizim dilimize “uygun” bir ad bulmamız gerekir, tıpkı “buzdolabı” veya “bilgisayar” da olduğu gibi; tabi o da geçme, uyarlama bir bakıma. Eskiden Türk Dil Kurumu’nun hayatımıza karışan bu “icatlara” bir ad bulması, kimilerince “uydurukça” olarak nitelendirilirdi. Dilimize yerleşti mi yerleşti, halkımız benimsedi mi benimsedi. Keşke Türkçemiz daha fazla yabancı sözcüklerin boyunduruğundan kurtulup, “kendi özüne” kavuşmuş olsa.

Geçenlerde bir sohbet sırasında icatlar konusu açıldığında dedim ki, “elbette icatlar, insanlığın önünü açmıştır, ama herkesin hayatını renklendiren bir icat mevcuttur.” Düşündüm, galiba radyo tutkumdan dolayı olsa gerek, radyonun icadının en önemli icatların başında geldiğini söyleyiverdim. Tabii, bir dönem Çağdaş Gazeteciler Derneği Başkanı olduğum yıllarda tarafımdan icat edildiğini söyleyecek değilim. Hanelerimize, ofislerimize, atölyelerimize… girip, kulağımızın pasını alan, yurttan olduğu kadar dünyanın pek çok yerinden farklı dillerde ve biçimlerde koca dünyayı içine sığdıran bu kutucuk… Belki de, bizim kuşağa, Tv öncesi, “bu kutunun içinde insanlar mı var?” diye sordurduğu içindir ki, radyo icatların kralı bence. Hem kişisel tarihimde Perşembe akşamları “radyo tiyatrosunu”, sabahları “köyden haberleri”, akşamüzeri merakla beklenen “fasılları” ve “ajans haberlerini”, hafta sonunda ağırlıklı olarak Necati Karakaya’nın “Es-Es’in maçlarını” anlatırken ki heyecanımızı ve öte yandan ben bu yazıyı yazarken radyo dinlediğimi de unutacak değilim herhalde…

Radyoyu “icatların kralı” yaparken öznel ölçütler kullandığımı anlamış olmalısınız. Tv’yi, buzdolabını, telefonu, bilgisayarı küçümser değilim. Tabii, yoğurdu icat ettiğimizi ve başkaca dillerde de yer aldığını hatırlayalım. Belki de, “yoğurdu üfleyip yemek” de bize aittir, ne dersiniz? Ama yazının sonunda sadece bir ricam olacak: kimse çıkıp da “radyoyu ilk biz getirdik” demesin lütfen; o gümrüksüz, kimliksiz, pasaportsuz, şu’suz, bu’suz, çıktı geldi; Radyo, o müthiş kutu…