Yazı: Doç. Dr. Yağmur Say

Tarih, sadece geçmişin sonraya aktarımı, kronolojik olarak sıraya konulmuş olayların tekrarı ve ezberletilmesi değil, geçmişin, bugün ve gelecekteki sorgulaması, neden ve sonucun bizi ulaştırdığı en önemli sosyolojik aşama, bir olgunun nedenlerini ve sonuçlarını geçmişte kaydedilene bakarak çıkarsama veya en azından sorunu ortaya koyabilme becerisi diye çözümleyebiliriz. Demokritos ; “Bir şeyin nedenini öğrenmeyi, kral olmaya yeğ tutarım” diyor. İşte tarih o nedeni araştırır. Günlük ve yüzeysel siyasal görüşler uğruna tarihi, tarihçiyi ve toplumsal olguları feda etmek yerine, tarihteki siyasal olguları bilimsel verilerle değerlendirmek olmalı tarihçinin görevi. Tarihin tahrifi, dünya uluslarının geleceklerinde önemli yaralar açmadı mı? Bu gün Irak’ta, Suriye’de, Libya’da, Afganistan’da, Yemen’de Afrika’nın birçok ülkesinde yaşananları görenler ve düşünenler acaba bir tekerrürle mi karşı karşıyayız diyorlar. Adolf Hitler demiyor muydu; “Dünyada barışçı bir fikrin üstün gelmesini isteyenler, dünyanın Almanlar tarafından fethedilmesini istemelidir” düşüncesiyle, Einstein’ın “Ben barış için savaşmak istiyorum” sözünü tarihçiler ve Türk halkı iyi ayırt etmeli ve doğru yorumlamalıdırlar.

Önce ulusal veriler çok iyi değerlendirilmeli diye düşünüyorum. Çanakkale’yi, Afyon’u, Sakarya’yı, Dumlupınar’ı, Conkbayırı’nı unutmamalı tarihçiler ve Türk milleti, unutturulmak istense de unutmamalılar. Yazmalılar, konuşmalılar, modası geçmiş birinci Cumhuriyetçiler olarak beğenilmeseler de. Bu toprakların binlerce yıllık varoluş mücadelesi, insan için, özgürlük için, ulus için verilen kavgaların tarihi iyi algılanmalı ve sorgulanmalıdır. Bir ülkenin kurtuluş mücadelesinde emperyalizme karşı verilen başların tarihi iyi algılanmakta mıdır sizce? Fazıl Hüsnü Dağlarca’ya kulak verin. Usta ne güzel demiş; “Hayır göklere çıkmadık ana, Kaldı dağlarda kanlı gövdemiz, Mutluysa ulus, köy köy, Özgürse bayrak, Soluk alıyoruz işte biz”

Filistin’i, Irak’ı, oralarda yaşananları, yaşanılmayası anları satır satır, belge belge hafızalarına kaydetmelidir geleceğin tarihçileri. Neruda’yı iyi okumak gerek. Pablo Neruda şöyle sesleniyor güçlülere; “Bebekleri öldürmek için, Göğün yücesinden geldiler, Göğün; uçakları, mağripleriyle. Haydutlar; yüzükleri, kurumlu avratlarıyla, Haydutlar ve çocuk kanları caddelerden, Aktı tıpış tıpış, çakallar, Çakalların tiksineceği, çakallar.”

Sözde, İsa’nın Kudüs’teki gömütünü kurtarmayı ve İsa’nın düşmanlarına karşı savaşmayı kendilerine ideal seçtiklerini söyleyen Vandal sürülerinin vahşetlerini tarihler kaydetmişti. Papaslar, burjuvalar, asiller, efendilerden oluşan 1 milyon 300 bin kişilik bir vahşi sürü, 1096’da Filistin’e doğru yola koyuldular. Bunların ardından 700 bin kişilik bir nizami ordu bu güya “Kutsal” savaşa katıldı. İsa’nın müritlerinin, peygamberlerinin gömütünün güya Müslümanlar tarafından kirletilmesine son vermek için çıktıkları yolda nice insanlar ve nice topraklar kirlendi. Birçok Batılı tarihçi bile şu sonuca vardı; Haçlı askerleri, vahşi bir hasretle arzuladıkları Asya’ya ayak basar basmaz görülmemiş bir hınçla oradaki Müslüman halka saldırdılar. Kısa bir zamanda tüm bölge hırsızlık, ırz düşmanlığı, cinayetlerle, dehşetle tanıştı. Bugün dünyada yaşananlara bakan insanımız ve tarihçiler herhalde bu ruhu bir yerlerden hatırlıyor olmalılar.

Elle tutulur veriler hiçbir inancın veya hiçbir etnikitenin etkisinde kalmadan tarafsızca değerlendirilip, geleceğe taşınmalı. Bunun için tarihçinin ilhamı kurgusal bir tarih yapmak yerine, geleceği kurgulayacak veya ona yön verecek bilimsel kriterleri oluşturmak olmalıdır. Mustafa Kemal’i hatırlayınız ; “ Biz ilhamlarımızı gökten ve gaibden değil, doğrudan doğruya hayattan alıyoruz.” derken Türk halkı ve Türk tarihçisi bu anlayıştan önemli sonuçlar çıkarmalı diye düşünüyorum.

Ayrıca her dönemin sorgulanmasında dönemin kendi sosyolojik koşulları gözönüne alınmalı elbette, oluşturulacak bilimsel yapı ne bir etnikitenin ne de bir inancın içinden bakan söylemler olmalıdır. Ernst Cassirer’i hatırlıyorum. Şöyle diyordu Cassirer; “ Ortaçağ felsefesinde bir yöneticiye karşı açıktan direnme hakkına izin verilmezdi. Eğer prens yetkisini doğrudan doğruya Tanrıdan alıyorsa O’na karşı yapılan her direniş, Tanrı istencine karşı açık bir ayaklanma, bu yüzden de öldürücü bir günah durumuna gelmekteydi. Adaletsiz bir yönetici bile Tanrının temsilcisi olmaktan çıkmazdı. Bundan ötürü ona boyun eğilmeliydi.” Türk halkı ve Türk Tarihçisi, ele aldığı dönemin sosyolojik, dinsel ortamını araştırmadan dönemin siyasal, dinsel sorgulamasını nasıl yapmalıdır. Ortaçağdaki siyasal oluşumların açılımında dinsel dogmaların kriter olmasını açıklamada tarihçiler ve halkımız sadece aktarıcı mı olmalı sizce? Yoksa Machiavelli’nin deyimiyle ; “Siyasal amaca ulaşmak için her yol mübahtır” anlayışından hareketle siyasal bir başarının hangi yollarla başarıya ulaştığını sorgulamadan başarının var olup olmadığının ezberini yapmak tarihçilik mi sizce?

“Belimizde kılıcımız kirmani, Taşı deler mızrağımın temreni, Hakkımızda devlet etmiş fermanı, Ferman padişahın, dağlar bizimdir” diyen Dadaloğlu sadece devlete ve sisteme isyan eden biri midir. Yoksa, O’nun arkasındaki halk katmanının sosyal, kültürel, ekonomik açlık ikliminin önemli ve gerçek resmi midir bu haykırış. Bu bakış açısını oluşturmada temel etkenlerin sosyolojik olgular olduğu gerçeği ve bu dizelerin de bize önemli veriler sunan belgeler olduğu önemli bir gerçeklik değil mi?

Övünmeler, kahramanlık menkıbeleri, büyük devletler kurma idealleri, fetihler ve fatihler elbette önemli ancak, onların arkasında hiç görülmeyen hatta tarihleri hiç yazılmayanların, yönetilenlerin tarihlerindeki kahramanlıkları, menkıbeleri kim ve ne zaman yazacaktır. Tarih ve tarihçi kahramanlar yaratmak veya onların destanlarını tekrarlamak yerine kahramanlıkları kadar korkaklıkları da yaşayan insanın tarihini, sosyolojik yöntemlerle ne zaman yazacak. Yine Dadaloğlu’nu hatırlayın; “Deminden kuşluk, mültezimler geldiler, Zahirem samanım bütün aldılar, Bir tek yaba ile beni saldılar, Değirmen mi, tohum mu kaldı avrat”… “Şalvarı şaltak Osmanlı, Eğeri kaltak Osmanlı, Ekende yok, biçende yok Yemede ortak Osmanlı” dedirten görüş sizce sadece devlete karşı duyulan kinin veya bir başkaldırının mı ifadesidir. Burada sosyal, siyasal, ekonomik ve dinsel sistematikler sorgulanmamalı mıdır? Üretim araçları, üretim ilişkileri, monarşiler, otokrasiler, teokrasiler, inanç çelişkileri ve inanç çatışmaları vb. veriler ile sonuçları sorgulanmamalı mı? Savaştan savaşa, vergiden vergiye devleti hatırlayan veya devletin görevlisini içselleştiren halk katmanı bu serzenişinde çok mu haksızdır. Yoksa St. Thomas D’Aquin’in dediği gibi; “Eşitsizlik, ilahi bir kurumdur” mu diyecek tarihçiler ve Türk halkı veya en iyisi burada susmak mı?

Osmanlıdaki tarımsal ve hayvansal ürünün elde ediliş biçimi, üretim araçları ve üretim ilişkisi, salmalar, angarya, vergiler, el koymalar, sürgünler, Tanrı tanımaz ithamları, kölelik ve daha nice öge. Bunları o halkın gözüyle ne zaman yazıp yüzleşecek Türk milleti. “Bizim destanımızda yalnız onların maceraları vardır” diyor ya Nazım Hikmet. Gelecekte Türk gençliği onların destanlarını ve onların tarihlerini elbette yazacak.

Tarihle ve tarihimizle yüzleşmek zorunda olduğumuza inanıyorum. Bunu yaparken de ne bir inancın içinden ne de bir etnikitenin içinden bakmanın bizi doğru sonuçlara götüreceğine kaniyim. Sorun ve çözümü, tarihçinin ve halkın bakış açılarındaki değişim ve evrimle ilgili olsa gerek. Şöyle ki: Ne zaman ki tarihçiler ve Türk halkı, tarihi “KUTSAL ALAN” olmaktan çıkarıp, tarihi verilere, bir bilim alanı olarak bakarlar, işte o zaman çok daha doğru ve anlamlı sonuçlar ortaya çıkacaktır. Aksi halde, siyasal ve dini kaygılar yüzünden tarihi verileri tahrif edip, kaynakların aksine bilim dışı sonuçlarla siyasal sistemden yararlanmayı hedefleyen sözde tarihçileri bu sefil halde görmek insanlara acı vermeye devam edecektir. Tarih ve tarihçi bağımsız olmalıdır. İcazetle tarih araştırması yapılmaz. Yaranmak için tarihsel araştırma olmaz. Tarihin siyaseti olmaz, siyasetin tarihi olur. Hele hele tarihle alay edilmez. Cehaletle ve cahil cesaretiyle tarihsel söylemler sadece o kişiye zarar verir. “Yazan, yapana sadık kalmalıdır.” Meselelere olabildiğince tarafsız, olabildiğince objektif bakabilmek herhalde en büyük sorun. Gelişme, tarihin tanıklığında ve tarihin iyi yorumlanmasında gizli kanımca. G.K.Chesterton diyor ya; “ Gelecek üzerinde gerçek bir eyleme sahip olmuş kişilerin gözleri hep tarihe çevrilidir.”

Yüzleşmek, korkmadan, çekinmeden yüzleşmek... Diyordu ya Mustafa Kemal; “Biz daima hakikati arayan, onu buldukça ve bulduğuna kani oldukça ifadeye cüret gösteren adamlar olmalıyız.” İstanbul’daki Hristiyanların kürk, kalpak, freng-i kemha ve atlas kullanamayacaklarına, hatta Hatay’da Nusayrilere Müslümanların yürüyecekleri yoldan yürüyemeyeceklerine, Hristiyan kadınlarının Müslüman kadınlar gibi giyinemeyeceklerine, Galata Camii civarında Hristiyanların oturmamalarına ilişkin, üzümün manavlara satılıp rakı yapılmaması için Rum ve Yahudilere satılmamasına ilişkin fermanlar çıkaran bir siyasal örgütlenmeyi hangi siyasal veya dinsel örgütlenme mantığı ve kriterleri içinde açıklayabilirsiniz? Bütün bunların İslam’da olmadığını bile bile. İnsanı temel alan, insan- ı kamil için çalışan, insana; şeref-i mahlukat diyerek insanı yaratılmış mahlukatın en şereflisi gören bir inancın böyle yorumlanması doğru mudur? Tarihçi artık Müslümanla, İslam’ı birbirinden farklı yorumlamak zorunda değil midir? Siyasal sistemleri, devlet oluşumlarını dini telakkiler yerine seküler, sosyolojik ve ideolojik örgütlenmeler mantığıyla değerlendirmek, kullanılan dini motiflerin gerçekte o ideolojik ve siyasal yapıyı oluşturmada kullanılan bir araç olduğunu Türk halkı ve tarihçiler sorgulamalıdırlar. Eğer bunu yapmazsak, 40 Hristiyan keseceğine 1 Kızılbaşı kesmek iki kat daha sevaptır diyen Osmanlının fetvacısı Ebussuud Efendi’yi anlamaya çalışırken bayağı zorlanırız.

“Devr-i Devden beri şahım Eflak, Zemmolur Alem içinde Etrak, Vermemiş Türk’e Hüda idrak, Türk’ü katlediniz kanı helal” diyebilen Osmanlı devşirme şairi, Divan-ı Hümayun Katibi Hamdi Efendiyi anlamada hangi kriterleri kullanmalıyız? Ayrıca “Millet bir koyun sürüsüdür. Ona bir çoban gerekir. O çoban da benim” diyen sürülerin fatihlerini ve onların ülkelerini ve yine onların inançlarını da sorgularken önemli kırılma noktalarını ve alternatif sistem projelerindeki dinsel ve siyasal hareket noktalarını çok dikkatli değerlendirmek gerekecektir. “Demokrasiyle İslamiyet bağdaşmıyor”, “Minareleri süngü, kubbeleri miğfer, minberleri asker yapacağız”, “ Cemevleri ibadethane değildir. Buraları çalgı, çengi çalınan, folklor oyunları oynanan yerlerdir” diyerek tamamen bilimsel yanlış algılayışlara sahip ülke yöneticilerinin tarihsel bilgi eksikliklerini, tarihsel verileri yanlış yorumladıklarını, sistemde büyük yaralar açtıklarını, insanları ötekileştirdiklerini, tarihler ve tarihçiler sorgulamalıdır.

Sözün burasında Karl Marx’ın dediği gibi; “Utanç, devrimci bir duygudur.”Haydi geleceğin tarihçileri utançları da sorgulayın. Kemalist devrimin modasının geçtiğini ileri süren, Osmanlıyı ve daha da geçmiş iptidai devlet algılayışlarını adres göstererek “Geçmişinizle Barışın” biçimindeki komik öngörülerde bulunan CIA’nın Ortadoğu istasyon şefi Graham Fuller’in Türkiye’de dini kendisine referans alan siyasal örgütlerce ağırlanmasının ilginçliğini, geleceğin tarihçileri iyi değerlendirmelidirler. Tarih, bir ulusun kendi dilinde yazılır ve anlaşılır olur. Biliyorsunuz bizim tarihimiz MÖ 8. yüzyıllara dek, Skitler ve Kimmerler’e kadar uzanır. Hele Mezopotamya’daki köklerimizi ve kardeşliklerimizi, Anadolu’daki maceramızı hiç hesaba katmıyorum. Diyor ya Ahmed Arif; “Beşikler vermişim Nuh’a, Salıncaklar, hamaklar, Havva anan dünkü çocuk sayılır, Anadoluyum ben tanıyor musun?”

Bir tarih, bir kültür ancak ortak bir dille yazılır, anlaşılır, anlatılır ve yaşanır. Kutadgu Bilig ve Orhun Kitabelerini Batı Türkçesine çeviren Şemseddin Sami, Hayat ve Sabah gazetelerinde yayınladığı makalelerinde “Osmanlı Lisanı” deyimini reddederek sormaktadır; “Bu suni lisanı tahsil etmemiş bir Türk’e edebi lisanımızın hatta en sadesi bile okunsa bir şey anlaması mümkün müdür? Ya bir Türk’ün anlamadığı lisana ne hakla Türkçe namını veriyorsunuz” diyerek ulusal kimliğin yaratılmasında ve tarihin oluşturulmasında dilin de ne kadar önemli bir unsur olduğunu geleceğin tarihçileri ve Türk halkı görmelidirler. Osmanlı medreselerinin müfredatında Türk dili, Türk kültürü, Türk tarihi gibi olgulara rastlanmaz. Burada Arapça ve Acemce vardır. Bu ögelerin olmayışına karşılık Arapların yedi sülalesinin tarihi menkıbevi dillerle anlatılır.

Burada Hikmet Gökalp’i de anmak ve anlamak gerek. Şöyle yazıyor Hikmet Gökalp; “Çok üzülerek itiraf etmeliyiz ki, tarih boyunca Türk dilindeki edebi ürünlere dünya pazarlarında el süren olmamıştır. Bu acı ama gerçek. Mustafa Kemal’in laiklik devriminden sonra Anadolu ufuklarında bir güneş doğmuş. Bu güneş, tıpkı 26 asır önce doğan İzmirli Homeros güneşi gibi, hem ülkeyi, hem de halklarını ısıtır olmuş.” Ne acı ki; Osmanlı padişahlarının heykellerini dikenler, Nakşibendi Tarikatı lider ve müritlerine öldüklerinde Süleymaniye Camii’ni tahsis edenler, dünyada ilk kez bir ulusun emperyalizme karşı verdiği Kurtuluş mücadelesinin destanını yazan Nazım’a bir çınar ağacının gölgesini çok görürler.

Buna karşın, 21 Nisan 1913 tarihli Tanin gazetesi; “Nasıl olur da Türkiye gibi Müslüman bir devlet kendi dininin dili olan Arapçaya sırt çevirebilir? Arapçaya karşı düşmanca davranmak İslamlığa karşı düşmanca davranmak anlamına gelmez mi? İslam ile Arapça bölünmez bir bütündür. Bunu reddeden bir Türk kendi uygarlığını ve geçmişini reddeder” diyebilmektedir. Geleceğin tarihçileri ve Türk milleti Fenikeliler gibi putperest bir kavmin dilinden alınan ve diğer birçok kavim diliyle zenginleştirilen bir dilin kutsanmasını, ilahi hale getirilmesini sorgulamayacak mısınız? Tanrı kullarına bir dille mi hitap eder. İslam’ın Tanrısı sadece Arapça mı bilmektedir. “Anlayasınız diye Kur’anı bu dille indirdik” diyen ayeti hiçe mi saymamız veya görmezden mi gelmemiz gerekiyor.

SONUÇ

Kendi toplumsal gerçekliklerinden başlayarak dünyayı, insanı sorgulayan ve bunları kaydeden tarih elbette aktarımdan öte geleceği kurar nitelikler taşımalı. Yapılacak, yazılacak ve söylenecek çok şey var. Bu güneş ülkesinde söylenecekleri, yazılacakları ve yapılacakları hep birlikte yapacağız. Sımsıkı ve bir bütün halinde... Bir olmak, iri olmak ve diri olmak için.

Doğru olduğuna kani olduğunuzda, söylemeye cür’et gösteren bireyler ve tarihçiler olarak söylemeye ve yazmaya başlasınlar ve hiç susmasınlar. “Bana yağmurlardan bahsetme artık, yağdır” diyor ya Vasco de’Gama. Ben de diyorum ki; haydi Türk gençliği, geleceğin genç tarihçileri ve asil Türk milleti yağdırın eteklerinizdeki, heybelerinizdeki bilgi yağmurlarını, korkmadan, çekinmeden. Ama kırmadan ve dökmeden… Aslına sadık kalarak…