Eskişehir organize sanayi bölgesi… Türkiye’nin en çevreci sanayi bölgelerinden… Yeşili çok, havası büyük oranda temiz. Hatta Tuzla ya da Gebze’nin havasına inat mis gibi kek ve bisküvi kokan bir sanayi… Şanslı olduğumuz konulardan birisi temiz ve düzenli organize sanayi bölgesi.
Ve Cuma namazları organize sanayi bölgemizin… Hani esasen tüm sanayi bölgelerinde, naçizane ruhumda bıraktığı etkisi bir başka o namazların. Zira (mevsimine göre) kâh gün ağarmadan helâl lokma peşinde yollara düşen, kâh gün onlardan önce yorulup da batarken ertesi seher niyetine… günün ardından gelip akşam mahalle kahvehanesinde bir çayla hasbihal sonrası evlerine istirahate çekilirken, sabah yeniden ve yeniden sokaklara alınlarından şiirler akan ayaklar… Bir ilâhi buluşma meydanında bir arada Cuma günleri… 
Sevgili rahmetli Barış Manço’nun Dönence şarkısında her dem hatrıma düşen hikâyaler, onurlu bir duruşça, herhangi bir organize sanayiinin bir caddesinin uç fabrikasında gece vardiyasında işçi ağabeylerin, kardeşlerin hikâyeleri:
“Simsiyah gecenin koynundayım yapayalnız
Uzaklarda bir yerlerde güneşler doğuyor
Biliyorum dönence
Kupkuru bir ağacın dalıyım yapayalnız
Uzaklarda bir yerlerde bir şeyler kök salıyor
Görüyorum dönence
Çatlamış dudağımda ne bir ses ne bir nefes
Uzaklarda bir yerlerde türküler söyleniyor
Duyuyorum, görüyorum, biliyorum…”
Bereketi de başka tabi bu emeklerin… Sokakların seher makamı şafak ritminde ayak sesleri var zira, zemheri bir gecede Odunpazarı’nın ocaklarından birisinde pişen sıcacık bir acı kahveye bulanıp, Necip Fazıl Üstad’a selam eder gibi:
“Kaldırımlar, çilekeş yalnızların annesi; 
Kaldırımlar, içimde yaşamış bir insandır.
Kaldırımlar, duyulur, ses kesilince sesi; 
Kaldırımlar, içimde kıvrılan bir lisandır.”
Yatırımlar, tesisler, makineler, konteynerlar, tırlar… Ama en çok da hikâyeler… Kimileri köyünden göçen, kimileri başka büyük şehirlerde çöken omuzlarını kanat edip uçan adamlar, kadınlar, gençler… İnsanlar yani. Şehrin bakiyesine hicranlı katkıları var mıdır bilmem ancak hicran carisinde çokça şiirleri oldukları belli! 
Bazen hani odanızda sessizlik olur da pencereden gökyüzüne takılırsa gözünüz, bu şehrin bir kafiyesi olduğunu hatırlayıverin: Şehr-i kâfiyesi olduğunu… Belki bir evde bir gencin göz yaşı döktüğünü, başka bir evde yarın sabahın stresi ile bir türlü uyku tutmayan babayı, çocuğunun bir mezuniyet fotoğrafı için nice piknik ve tatil fotoğrafından vazgeçen anaları… hatırlayıverin. 
Sevin sonra yastığınızı, sedirinizi, sedirinizin kıyısındaki minderinizi, çayınızı daha bir afiyetle ve tefekkürle çekiverin. Rus edebiyatından kovulmuş Tolstoy olur mu? Çayınıza azıcık ve belki bir kereliğine Tolstoy katıverin, zira Çamlıca’dan Ertuğrulgazi’ye yürüyen ve yürüyen ve yürüyen gencin sancısı yabancı değil esasen. Endülüs şiirlerinde can bulan sevda hasılı sancı ile Odunpazarı’nda Kurşunlu Külliyesi’nin bahçesinde sessizce ağlayıp Bozdağ’ı seyreden genç kızın kafiyesi de aynıdır belki, lakin kelimeler mananın ağırlığından kaçışmıştır Şeyh Şahabeddin (hz)’nin bahçesindeki küçük havuzun içerisine de, saklanıvermişlerdir, kim bilir?! Hem kim bilir hangi gecenin sabahında ateşler içerisinde uyanmışken evin annesi, sokak başındaki çeşmeden gelen suyun bidonunda kalan son damlayı içip de kendisine gelmiştir? Ve adı, kelimesi, hiyerarşisi, makamı yoktur sancıların… Mahallesi arâftır, sokağı biçare.
Sancılarınızı kimseye terk etmeyin dostlar. Sancılarınızın üzerinde tepindirmeyin. Sancılarınıza da iyi davranın, onlara iyi bakın. Acılarınızı mahcup etmeyin. 
Yine bozmayalım seyrimizi ve yine bir şiir içelim, hem de Yahya Kemal demliğinden:
“Hicretlerin bakıyyesi hicranlı duygular...
Mahzun hudutların ötesinden akan sular,
Gönlümde hep o zanla berâber çağıldadı,
Bildim nedir ufuktaki sonsuzluğun tadı!
Bir gün dedim ki "istemem artık ne yer ne yâr!"
Çıktım sürekli gurbete, gezdim diyar diyar;
Gittim son diyâra ki serhaddidir yerin,
Hâlâ dilimdedir tuzu engin denizlerin!”