Şehrin şiirini yazmaya söz vermiş bir şairin, güz denizinde yüzmesi ne kadar büyük bir devlet. Sancağı bulut sularında dalgalanırken, ıssız, eski ve hikâyesi afili bir sokağın ortasından kalaya vurulan çekiç sesleri geliyor, o an lahzada ve dahi adeta çağın en büyük senfonilerine kafa tutuyordu.

Derken bir ikindi ezanı başladı. Güneş vardı ancak serin bir rüzgâr esiyor, kışa hazırlık tadında karınca külliyatının her sayfasını ezberlemiş oduncu çırağı misal içtenlikle çıra kokusundaki tılsım için Rabbin’e ham ediyordu.

Bir gürültü kopacak diye bekledi ancak o gürültü bir türlü kopmadı. Zira yaşamın en nadide hırıltılarını, mahzenlerde saklanmış biraz tahin ve pekmez yükünde teslim etmişti han evlerin arka avlularına. Türkü dinlemek ve biraz da yaprakların hışırtısına sözler yazmak gerekirdi belki. Sergeni açtı ve kuru kahve kalmış mı acaba diye umutla baktı. Çok şükür. Kahve vardı. Üstelik geçen hafta Bağdat’tan dönen amcaoğlu, istikamet üzeri ne bulduysa getirmiş ve Gaziantep’ten aldığı fıstıklar da tam kahve paketinin yanındaydı. Hemen üst rafta da yine amcaoğlunun bir önceki seferinde Tahran’dan getirdiği kuru incirler vardı.

Ocağı yaktı. Kahveyi ve suyu aldı. Kahve pişmeye başladıkça müthiş bir koku adeta ahşap pencerelere, perdelere ve hatta çiçeklere siniyor, kışa yaklaşırken son hazırlıkları yapmaya çalışan ve geride kalmış bir karınca da tüm zarafetiyle meşk ediyordu.

Hamam dönüşü ağırlık çökmüş ve bozacıdan aldıkları bozaları komşulara ayıp olmasın diye çantalarında saklayan mahallenin orta yaş ve üzeri ahalisi bir an önce evlerine ulaşmak, biraz yemek yiyip hemen ardından da boza ile çay ya da kahve faslına geçmek istiyorlardı.

Ciltleri kopmuş kitapların dikilmesi için semt pazarında ip bulunamayınca, hamama gitmişken çarşıdan ip de alınmıştı.

Haşhaşlılar sofraya konulmuş, Sarıcakaya’dan “yerli” domatesler sahanlara doğranmış ve Malıç’tan gelen peynirle Seyitgazi’den karşı komşunun haftasonu dönüşü getirdiği kese yoğurtları da sofranın renklerindendi.

Aş yenildi, boza içildi, kahveler de bittikten sonra canlar çay çekti. Çay demlendi.

Derken koyu bir muhabbettir başladı.

Siyaset, ticaret, yeni kurulacak fabrika haberleri, ölenler kalanlar, kazalar davalar, gülmeler ağlamalar…

Derken.

Gece yarısı oldu saat. Kışa hazırlanan ve serinden öte ayazdan ziyade soğuk bir güz akşamında böyle geçti vakit.

Bolu tarafından gelen yağmur haberleri de, Balkanlardan gelen soğuk ve yağıştı hava kütlesi de boza ile aşk olup eridi, Kalabak Suyu’nda büyüyüp Türkmen Dağı’na selam çaktı o gece. Sakarya Ovası’nda sis avcısı çocukların bir yol bulup da Yunus Emre’ye gitmesindan zaar, bir şair güz denizinde yürüdü, yürüdü, yürüdü.

Kim bilir Sivrihisar’da bir Aziz Mahmud Hüdai selamı düşledi… Gittiği uçağın adı Efsun, dönüşü Beyza’ydı.