Sanat politikanın hayal bile edemeyeceği sorunlar bulur, ve bunlara politikanın aklının ucundan bile geçiremeyeceği cesaretle yaklaşır. Kağıtta şiir veya perdeden kulağa asılan bir söz, günlük hayatın bütün matematiğini bozar. Kurulan hayat, kurulan hayaller karşısında bir an önce kapıdan def edileceğinden haberdardır. Tekrar; ama bu kez, başka bir temel üzerinde yeniden kendisini inşa ederken, sanatın ışığının erişemediği yerde inşa çalışmalarına başlar. Bu yüzden insan kendi felaketini genellikle sanatın ışığının erişemediği yerlerde hazırlar. Çünkü sanat o felaketi göze sokar. Başka bir yer ve zamanda konuşulduğunda, sanat o felaketi görünür kılar ve belki de daha güzel kurgular da diyebiliriz. Çekilebilir hale getirir yani ki…

…Kendi felaketine güle oynaya koşan insanın ruhuna huzursuzluğu zerk eden o sihirli sözleri fısıldar…. Artık tutulan yol eskisi kadar tekin değildir. Yapılan işin eski itibarı ortadan kaybolmuştur. Sanat bu yönüyle bir büyü bozumuna denk gelendir. Yahut hayatın bir büyüsü olduğunu gösteren.

Yazmak istediğim şeyi bu kadar geniş hudutlara sahip cümlelerle başlamam, hem benim işimi zorlaştırıyor, hem de sizin yazıdan alacağınız bir lezzet varsa, bu lezzeti yavanlaştırıyor. Sanat tartışmasını başka bir fasla bırakarak, başlayacağım noktaya geliyorum.

Tiyatro, zannediyorum en çok özgürlük ortamını seviyor. Orada filizlenmesi, serpilip gelişmesi daha kolay oluyor. Bu söylediğimi ispatlamak gibi bir yeterliliğim olmasa bile söylediğimin arkasında durabileceğim bir kanıtım mevcut. Eskişehir ve şehir tiyatroları…

İnsanın yetersizliğini bilmesi güzel. Hangi yetersizlik; 2001 ya da 2002 yılları olacak. “Tiyatroya gidelim mi?” sözü, eline kafatası almış o meşhur “olmak ya da olmamak” tiradını savuran dar giyimli adamın yer aldığı görselden gayrı, ilkokul, orta okul ve lise yıllarında, özel günler ve haftalar ellerine şiirler alıp okuyan çocukların “tiyatromuza hoş geldiniz” seslenmeleri, yahut eski Yeşilçam oyuncuların milli hamasete gömülü gösterilerinin başkasına tiyatro diyememiş bir birey olarak ilk başta itici gelir tabi.

Yanlış hatırlamıyorsam; beni davet eden arkadaş da bir can sıkıntısı giderme işlevi yüklüyordu tiyatroya. Nitekim, ne kaybedebilirdik ki, bilet dersen sudan ucuzdu. Hem akademinin kapısında girmek demek bir Brecht olmayı gerektirmese de, ucundan tiyatro ile ilgili bir şeyleri söylemeyi zorunlu kılıyordu Eskişehir öğrenci camiasında. Şimdi böyle bir zorunluluk hissediliyor mudur bilmiyorum. Ama o zamanlar öyleydi. Derinleşmeden, şöyle bir tozunu alalım cehaletkeş hevesi. İlk baştan denk bir sevda kesinlikle değildi.

Misafirdi oyunun adı. Ötekinin ıstırabına, bilmem ne kadar metre karelik alanda şahit olduk. Acı bile olamayan bir vatan ya da vatansızlık hali. “Ağrıdı kollarım, tutamaz oldum, gidemez oldum, göremez oldum” Alamanya’da yaşayamayanların, neler yaşadıklarına 10 metre uzaktan şahitlik ediyorken, gel de tut gözyaşlarını. Gözkapağının basıncı sel yaratmaya muktedir. Zaten kimin misafir olduğu ya da kimin misafir olmadığı belli miydi ki bu dünyada? Perde kapandı. Salondakiler hep beraber ayaktaydık. “Hep birlikte ayaklandık” derim ben, kimi vakit soran olduğunda. Eskişehir hep birlikte ayaklananların, ayak diremeyi bilenlerin şehri de değil miydi aynı zamanda.

Salon sanatı derler ya tiyatro için, bana kalırsa Eskişehir kurulurken bir sahnenin etrafında kurulmuş izlenimi ediniyor insan. Tiyatro özgürlüğü seviyor, sevdiriyor aynı zamanda. İşten eve kıstırılan hayatların özgürlüğünün tutsaklardan ne farkı var esasında. Eskişehir’ den göç eyleyen pek çok arkadaş “Valla ne olsun, evden işe, işten eve gidiyoruz” derken bir kenti gıdımına kadar yaşayan şanslı insanlardan biri olduğumu her zaman farkındaydım. Bırakın tiyatroyu, parklarını gezemiyorken hafta sonu gelse de kaçsak denilen şehirlerden sesleniyor birçoğu; “Tiyatroya mı gidiyorsun?” hayretinde…

Gidiliyor; günlük haftalık aylık bazen 6 aylık bir rutin olabiliyor. Oldu nitekim. Memleketten insan manzaralarına tanıklık ederken, bu topraklara insanlık dersi verir desem yeridir; Yunusundan, Veyseline sahneden misafirlere sesleniyor Eskişehir, belki de Eskişehir’e misafir oluyorlardı.

Bildiğiniz üzere Şehir Tiyatroları geçtiğimiz 27 Mart’ta yirminci yılını kutladı. Binlerce yıllık tiyatro tarihi göz önüne alındığında ergen diyebileceğimiz bir yaşta. Ancak ciddi bir birikimin sunumu olduğu akıllardan çıkarılmamalı. Aynı zamanda dünya tiyatro gününe denk gelen kutlama ardından bir belgesel çekilerek şehir tiyatrolarının 20 yılı kayıt altına alındı. Youtube üzerinden yayınlandı. Şiddetle izlemenizi tavsiye ediyorum. 4 bölümden oluşan yapım, Eskişehir Şehir Tiyatrolarını biraz daha yakından tanıma fırsatı sunuyor. Ancak, sizi cezbedecek olanın, belgeselde konuşan sanatçı, yönetmenlerin heyecanına ortaklıktan geçeceğini düşünüyorum. Zorlukların nasıl bir heyecanla ve nasıl bir birikim ve tiyatro aşkı ile aşıldığını yakından tanık olabilirsiniz. Yoldu, kaldırımdı, suydu derken tiyatroya zaman ayırmanın nasıl bir toplumsal aklı barındırdığına şahit olabilirsiniz.

Pandemi etkisi ile sahnelere uzak bir şehiriz şimdilik, ancak pandemi sonrasında perdelerin açılacağına ve o büyülü ışığın bir kez daha üzerimize doğacağına duyduğumuz güvende bu şehirde yaşamanın bir parçası. Şehir dediğin önce Eskişehir gibi olmalı.