Yine erken uyandı. Elbet sabah namazını kıldı, çayı demledi. Bu kez biraz maydanoz ve marul da koydu sofrasına. Kahvaltı sonrası ortalık kalabalık olmadan, Sıcaksular’dan geçip Köprübaşı’nın dükkanlarından biraz çekilmiş kahve ile az da boza almaya niyet ediyordu.

“yaratılmış bilginin açığa çıkarılıp insanlığa fayda sağlanılması noktasında gayret” demişti ya hani dün gece. Zira inanç meselesi hayatın her deminde tavrı ve aksiyonu belirler türden en geniş ufuklu hâldi. İdeolojik tatminlerini sanki dünyanın yegâne bilimsever! ve bilimsunar!ları kendileriymiş gibi yaşayanların tuhaf hâllerine güldü. Alt tarafı birkaç afili sosyal medya takibi ve beğeni ezgisi. Diyecek bir şeyi yoktu.

Gazetelere göz atmaya başladı. Dünyanın bir ucunda virüs, yarasa olmuş karanlık dehşetlerle insanların canına karışmıştı. Tek dişi kalmış canavar yine sahnedeydi.

Bu arada büyük bir askerî kargo uçağı, ambulans uçağa çevrilerek, Anadolu’dan, Türkiye’den, insanlığın incisi bu coğrafyadan kalkıp gidiyor ve vatandaşlarını mahşerin içerisinden çekip alıyordu âdeta. Hatta dost ülkelerin vatandaşlarını da bırakmıyordu. Uçağın Ankara’ya inişini, sıradan yurtdışı seyahatleri dönüşünde bile yaşadığı o tarifi zor huzurun ötesinde bir duygu ile izledi.

Başka bir haberde…

İstanbul belediyesinde üst düzey bir bürokrat ağzından nefret kusuyordu ve muhtemelen henüz bir yıldan evvel “kadın hakları, sevgi, güzellik, yeşillik, çiçek, böcek” filan diyordu. Üstelik kadındı bunu yapan. Sonra başka bir yerde bu bürokratla aynı mahalleden bir çağ aydını, sözde karşı mahallesindekileri işaret ederek “toplumsal mutabakatın şu zihniyetle kurulamayacağından” filan dert yanıyordu. Tebessüm etti. Zira artık böyle şeylere takılıp harcayacak vakit lüksü yok gibi hissediyordu. Umuyordu ki bu, kibir olmasın. Ancak iş vakitten çoktu.

Sabahın gün doğumundan önceki bu nadide vakitte dinleyebilirdi ancak bunca gürültüyü. Yani seherin en sessiz an’ında. Bereketin en naif deminde.

Bir sussaydı herkes, bir duysaydı içteki nidayı.

Bir Göksel Baktagir ezgisi açtı müzik listesinden: “Hatıra Defteri”. Ne güzel besteydi…

Derken bir yer geldi hatrına. İstanbul’da. Hani Sirkeci Garı’nın yanındaki sokakta, hafif içeride kalan Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Vezir Camii’nde yetiştirdiği ikindi namazını müteakip geçtiği Gülhâne Parkı’nda bir yol. Bitişik düzen bir sokak. Taş binalar. Taş yollar. Birkaç adım daha… İşte: Prof Dr. Fuat Sezgin. Fatiha…

Hemen bilgisayarını açtı. Aradı, karşısına sonuçlar çıktı.

Ne görsün! Şehrinin vekili, (niceleri ne kapılarda vekillik, başkanlık ve tensip müptelası haller için kırk takla atarken, o aslında vekilliği sevmiyor gibi bir tevazu ve sıkılmışlık içerisinde görüntüsü de olan), hocaların hocası ve entelektüel vekil, fikir insanı Prof. Dr. Nabi Avcı’nın büyük özveri ve gayretleriyle hemen kabrin yanı başındaki müze! Rahmetli Sezgin Hoca sağken açılmış, Türkiye’de ilk; Frankfurt’ta yine Prof. Dr. Fuat Sezgin (rahmetle) tarafından açılması itibariyle, dünyada ikinci: İSLAM BİLİM VE TEKNOLOJİ TARİHİ MÜZESİ.

Şu link gözüne çarptı: http://ibttm.muzeler.gov.tr/TR-84340/islam-bilim-ve-teknoloji-tarihi-muzesi.html tıkladı.

Müze iki kattan oluşmaktadır. Üst katta; müze ile ilgili çeşitli görsellerin izlenebildiği Sinevizyon Salonu, Astronomi, Saat Teknolojisi, Denizcilik, Savaş Teknolojisi ve Tıp Bölümü bulunmaktadır. Alt katta ise, Madenler, Fizik, Matematik-Geometri, Şehircilik ve Mimari, Optik, Kimya ve son olarak da Coğrafya ile ilgili harita ve çeşitli harita çizimlerinin sergilendiği bölüm bulunmaktadır. Sergi salonlarının tamamında, İslam bilim adamlarının ortaya koydukları eserlerin model ve maketleri sergilenmektedir.

Müzenin bahçe kısmında ise, üzerinde Halife el-Me’mun’un 9. Yüzyılda yaptırdığı Dünya Haritasının kopyası olan yerküre ile 22 Haziran 2013 tarihinde açılan İbn-i Sina’nın el-Kanun fi’t-Tıbb kitabının ikinci cildinde bahsedilen, tıbbi bitkilerden 26’ sının bulunduğu İbn-i Sina Botanik Bahçesi yer almaktadır.”

Sonra öğrendi ki Prof. Dr. Fuat Sezgin, darbeler sonrası çileli sürgünlerin insanı… Yurduna, İstanbul’una, sevdasına hasret gurbet kuşu… Ve kanatlarını bir medeniyetin iade-i itibarı için sınırları aşıp tarihe yazma eserlerle çırpan aziz çilekeş. Hani İslâm medeniyetinin bir vakit dünyaya öğrettiği “bilim”in üzerinde seyredip tepişenlere cevap manifestosu.

Çayından bir yudum aldı ve içinden şöyle geçirdi:

Önce sen ve ben bizim oğlan, “yerli ve milli” temsilci, biz okuyup ve öğrenelim bunları. Öğrenelim ki şartlı kompleks neticesinde girdiğin şu eziklik hezeyanında daha fazla saçmalama! Sonra sen komşu, şu kibirli hâlinden arın da bak ve hep birlikte medeniyet inşaasına gayret edelim. Samimiysek.

Sonra düşündü… Bu hikâyede karşılaştığı tüm karakterler, elbet bir şekilde Sıcaksular’dan geçerdi. Beklerdi. Hem geçer hem beklerdi.

Bu yüzden buraya “Sıcaksular İstasyonu” dedi.