Kendime bir ağaç seçtim. Aslında seçmek gibi bir lüksüm yoktu. Zira çocukluğumuzu gölgesine yazmıştık o ağacın ve ben o ağacı seçtiğimi söyleyip yalnızca bunu açığa vurdum. 
Çünkü bir ağaç seçmek gerektiğine inandım. Onu saatlerce izleyebilirdim. Durmaksızın 10’lu yaşlarımın kavurucu yaz sıcaklarında bir karasal iklim düşüne dalabilirdim. Sancıları, mutlulukları, sevinçleri ve korkularıyla dallarında kuşları ağırlayan bir ağaçtı. Ben en çok karga sesini sevdim zaten. O ağaç, üzerine konan karga gibi bilgeydi. Çok şey görmüşlerdi. Çok hikâyeler. Yazımı “hikâye”ydi ama “yanım”ı destandı bu olanların. Karapınar Çeşmesi dedikleri Odunpazarı’nın en adil ve cömert çeşmelerinden birisinden sular taşındı örneğin. Her damlası şiir sular. Bir teravih sonrası barışıp kucaklaşan akrabaların sırtlarından inen yükün şükrü gibi o çeşmelerden yıkadıkları sulara işlercesine şiir… 
Kar yağdı. Çok kar yağdı sonra. Dallarının üzerinde yüksekçe birikti kar. Ankara yolu üzerinden tipi ve fırtına haberleri gelirken, bir ses ısıttı ahşap sokakları: Boooozzzaaa!
Genzim soba dumanının kömürsü tadından yansa da, ben o kokuyu seviyordum. Turuncuydu gökyüzü erbainin en afili yerinden… 
Ağacı izlemeye devam ediyordum.
Gülhâne Parkı’nda ceviz ağacı değildi ki üzerine Nazım şiir yazsın... Bizim ağaçtı bu işte, taşranın isimsiz fakat derunî nasırlarına gölge olan ağaçlardan bir ağaç.
Belki Atatürk Lisesi’nin pansiyonunda yıllar önce nice defa okunup söylenmişti Ceviz Ağacı. Hem de İspanyol paça pantolonları bir cumartesi sabahında Köprübaşı’nda içilecek gazoza saklayarak… Hamamyolu’nda bir çınardan çığlık çığlığa geçse de sesler, ben hep o ağacı izledim. 
Gece 23 sularında trenin düdüğü delerdi geceyi. Ama ben plaktan gelen Müzeyyen Senar sesine güfte yapar gibi dinledim tren sesini. Altınevler geçidinde kaza var derlerdi. Öyle zamanlarda “Basma’nın orada tıkanır”dı gece ve ben gece vardiyasında çalışan işçilerin çocuklarını düşünürdüm. Şimdi bundandır o çocukların Çamlıca Karanfiller durağındaki bahçeli kahvede içtikleri çayı özleyişleri. 
Ve ben en çok da Bilecik’i geçince “taşı toprağı altın” İstanbul’a ulaşamadan Gülümbe rampasında devrilen tırlarla birlikte devrilen hayatlara üzülürdüm. Hele bazen saçılan kasalarda savrulan domatesler yok mu, peşin bir kırmızıya boyar gibiydi hayatları…  
Kimisi EsEs’in pazar günü oynayacağı maça yetişmek isteyenler, kimisi İzmir maviye bilet alıp üniversite okuyan ve bayram tatili için gelecek olan evladını gözleyenler… Bazen de onları izledim. 
Ne zamanki cep telefonu çıktı, Esnaf Sarayı’nın önünde buluşmayı bıraktım. Yoruldu ayaklarım, kayboldu dallarım. Daldım kapıldım kayboldum. Kıtalar dolandım, kahveler demledim. Havalimanlarında geçirilen gecelerin sabahlarında koştu telaşlarım. Ortasından nehirler akan şehirlerin, dik ve dar sokaklarında Arnavut kaldırımları döşeli tebessümlerine gülümsedim. 
Sonra yine geldim, hep geldim, koştum ağacıma. Ben hep o ağacı gözledim. 
Yaşlandı ağacım. Ben yaş aldım. Söyleştik, dertleştik. Bizi gören karga geldi. Gülüştük. 
Doyasıya şiirler, öyküler yazamadık belki ama biz zaten doymak için gelmedik. Yine de uslu durmadık, ikindi sonrası şiirler fısıldadık. Fısıldadık ve öylece uykuya daldık. Tam da o an uykudan uyandık.