Resmî kayıtlara “Porsuk Bulvarı” olarak geçen ve esasen şehrin hafızasında ve dahi sinesinde Adalar olarak namı ile şanlı nehrin kıyısından iz sürmeye devam ediyordu. Hava tahmin raporları yine yanılmamış ve çok sert bir ayaz yüzünde dans ediyordu. Bazı anlarda kendisini Kadıköy ya da Beşiktaş’ın ara sokaklarında gibi hissetse dahi, bu ayaz ve Porsuk nehri her daim kökünü hatırlatıyor ve kodlarında derin şiirler neşretmeyi sürdürüyordu.

Civardaki cafeteryalardan birisinde kahvaltı yapıp yoluna devam edecekti. Su kıyısına çıkan sokakların birisinin hemen başında, köşedeki yer dikkatini çekti. Hoş bir havası vardı. Balkanlar, Rumeli esintileri geliyordu. Buraya girmeye karar verdi. İçeride henüz mesaiye yeni başladığı anlaşılan iki personel ile bir masada oturan, üniversite öğrencisi oldukları belli iki genç kız vardı. Hemen girişin sol tarafında kitapların olduğu bir raf, aynalar, tavanda avizeler… Şöyle bir başı döndü. Bir an bugünden koptu ancak nereye gittiğini çok da kestiremeden geri döndü. Göç Esintileri, Bizim Eller, Rumeli gibi kitap isimlerini, içeride çalan şarkılar ile tamamlıyor ve davet ettiğini mahcup etmeyeceğini ispatlarcasına kucağını açıyordu mekân. Hele ki dışarıda ayaz sonrası içerideki sıcacık ortam, ziyadesiyle mutlu etmişti.

Kahvaltısını yaptı. Bir de Türk kahvesi içerek oradan ayrılacaktı. Hesabı ödemek üzere kasaya geçtiğinde, gelişinden bu yana bir saat kadar olduğundan herhalde, içerideki insan sayısı da artmaya başlamıştı. Altmışlı hatta yetmişli yaşlarda üç bey bir masaya gelmişlerdi. Kahve içiyorlardı ve yüzlerinde müthiş bir tebessüm vardı. Belli ki eski, çok eski, çocukluk kadar eski dönemlerden bahsediyorlar ve duvarlara neşrediyorlardı. Hemen beri masada yine yetmişli yaşlarda olduğu belki bir hanım, başının ince nakışlı zarif örtüsü altından kahvesini içiyor ve yanında torunları olduğu anlaşılan gençlere bir şeyler anlatıyordu. Acaba çocukken gittiği nehir kıyısını mı hatırlamıştı bu mekân içre ve Porsuk nehri kıyısında?

Yüreğiyle her birini selamlayarak oradan çıktı. Şair Fuzuli Caddesini atlayarak Köprübaşı’ndan Sıcaksular istikametine yöneldi. Bu arada hemen sağında kalan binaya tekrar baktı. Yüzünü çevirmeden, dört beş adım attı. Bir an kendi ilk çığlığını duydu. Zira tam da burada doğmuştu. Bir vakit doğum evi olan şu yaşlı binada… Esasen ilk harfler burada düşmüştü ya, harflerin izleri de zaten hangi şehrin hastanesine gitse ya da bir havalimanında ve belki bir tren istasyonunda hatta Hazar kıyısında bir otel sabahında onu asla yalnız bırakmıyordu.

Köprübaşından Sıcaksular yanına geçtiğinde ezan vaktine ne kadar kaldığına bakacaktı ki kolundaki saatin durduğunu fark etti. Neyse ki tam da yerinde durmuştu. Zira burada saatçilerin çarşısı vardı. Kunduracılar caddesine yöneldi. Buradan Yunus Emre caddesine çıkacaktı ki, hemen sağ tarafta bir saatçi dikkatini çekti. Esasen saatçi, içresinden yakalayıp çekmişti. Kapıyı açtı, selam verdi. İçeride sanki Ahmet Hamdi Tanpınar “Saatleri Ayarlama Enstitüsü”nü yeniden yazıyordu da İrdal orada değildi. Sakallı, naif sesli, altmışlı yaşlarda bir bey nazik şekilde karşıladı, buyur etti. Duvardaki vitrinlerin kenarlarında asılı fotoğraflar, bu dükkânda ne hoş sedaların biriktiğini arz ediyordu. Sanki burada hiçbir saat boşa geçmemişti.

“’Ya Rahman, Ya Rahim, Ya Vedud’ diyerek aşk edeceksin evlat, ezberden kalıplarla yol bulunmaz. Yüreğini kendi hâline bırakacaksın. Zira hâl’in de bir Sahibi var!” diyerek bir Besmele çekti ve saatin pilini değiştirip hemen şöyle bir tozunu alarak teslim etti saatçi saati.

Saatçide cemre düşmüştü vakte zaar. Duran saatte işleyen vaktin, çalışmaya başlayan saatte durduğunu böylece tatbik etmişti herhalde… Ancak duygusal zonglamaları artmıştı. Hele sağ tarafında uzanan pastaneler, tabelaları solmuş dükkanlar ve ara sokaktaki küçük oteller yok mu? Bu nasıl hâldi? Çılgın ve afili bir sıçrayış vardı işte tam şu göğsünde.

Yunus Emre caddesine çıktı. Beyaz renk üzerine kırmızı ve gri çizgilerle ya da turuncuya yakın sarı bir zemin üzerinde lacivert kuşaklarla birkaç Mercedes 302 otobüsün eski otogardan çıkmasına ramak kalmıştı sanki. Yüreği çıkacaktı artık yerinden. Hele şu koca binanın sol köşesindeki “OTOGAR” yazısı yok mu? Yıpranmış, biraz rengi aksa da halen formunu koruyan, belki kentin renklerinden uzaklaşır gibi olsa da şehrin rengini tam da üzerinde taşıyan tabela… Kimler koşmuştu altında? Kimler veda etmişti? Kimler sevinçle gitmiş kimler ağlayarak dönmüştü? Hangi haberler gelmişti de bu otogardan bir daha geri dönülememişti?

Şimdi artık güzeli, Asarcıklı Caddesi’nden bir bakır cezve satın aldıktan sonra Hacı Havva Camii’ne gidip pasajın içinden geçerek Deliklitaş’tan Odunpazarı’na sığınmaktı…

Sığınmak neydi? Bunun adı inan sığınmaktı. Zira Kurşunlu Külliyesi’nin bahçesindeki bir bankta oturup tüm ayazı göğsünde yakıp ağaçların göğe yükselen zikrine bakmaya ücret istemiyorlardı.