Dostlar, öncelikle özür dileyelim, zira yaklaşık bir aydır eskisehir.net sayfalarında yazı yazamadık. Kalem’in kutsallığı ve eline tutmaya nasip olanlara yüklediği sorumluluğa binaen bu minvalde hakkınızı helal etmenizi ve kusurumuzu mazur görmenizi dilerim.

Ve…

6 Eylül itibariyle eskisehir.net ekranlarında başladığımız canlı yayın Bozkır Kahvesi programımız, sizlerin yürekten sahiplenip bağrınıza basmanız, davet ettiğimiz çok kıymetli konuklarımızın değerli katkılarıyla yoluna devam ediyor. Bu anlamda hani bir televizyon dili klasiği ile: “bizi izlemeye devam edin”

Efendim gelelim girişteki mazeret ve teşekkür beyanı arzuhâlimizden bağımsız, bu yazıda yazmaya niyet ettiğimiz asıl bahis konumuza…

Geçtiğimiz günlerde Nihayet Dergisi Kasım sayısına göz atarken sayın Sümeyye Semiha Büyük’ün hazırladığı bir konu çok ilgimi çekti. Yazıya göre, Avrupa’da özellikle orta çağda inanılan ya da inandırılan, bir hayalet türküsüdür almış yürümüş malumunuz. Özellikle Birleşik Krallıklar’dan başlayarak Avrupa’nın farklı bölgelerinde “Turk’s Head” diye irili ufaklı, bar&bistrolar açılmış. Hikâye şu: Savaştıkları Müslüman (Endülüs Emevileri ve sonraki yıllarda Osmanlı, düşmanlarının tamamına “Türk” diyorlar) askerlerinden öldürdüklerinin Şamanist bir şölen gibi kellelerini kaynar kazanlarda pişirir misal bir ayinî merasim. Domuz karnının içine domuz eti, tavuk, safran vs. karıştırıp kaynatmak.

Ne dediniz? Evet, çok itici, iğrenç. Bunlar yalnızca, hasıl olan kültüre birkaç yansıma örneği.

Ancak nefret ve kin insanı demek böyle aksiyonlara itebiliyor.

Şimdi… Düşünüyorum.

Bugünlerde Libya ile yapılan ve resmi gazetede de yayınlanan Libya Münhasır Ekonomik Bölge mutabakatı Akdeniz çanağında zaten son yıllarda çokça ısınan suları bambaşka bir mecraya çekti. Özellikle Yunanistan ve Sisi idaresindeki Mısır konuya çok bozuk. Zira mavi harita çokça etkilendi. Bahsettiğimiz bölgenin sahillerine şöyle bir göz atarsak, “Turk’s Head” hikâyesi bendeniz Eskişehirli fakiri şöyle bir yerden göğe sarsıyor. Frig Vadisi’ne bakıyorum, oradan şu bizim havzaya. Seyit Suyu gidiyor kavuşuyor Sakarya’ya. Ah Sakarya, sırtında ağır yük.

“İnsandır sanıyordum mukaddes yüke hamal.
Hamallık ki, sonunda ne rütbe var, ne de mal” diyen Necip Fazılca…

Sakarya nasip olan: Çifteler…

Seyyid Battal Gazi, Sücaaddin Veli… Selçuklu ve Osmanlı’da önemli bir merkez: Seyitgazi...

Yunus Emre, Aziz Mahmud Hüdai gibi büyüklere mesken olan: Sivrihisar…

Akdeniz çanağında kurulan ateş ile kaynattıkları kazanların hasılı, gecenin karanlığında en azından bendenizi fazlaca ürküten karanlık emellerin hasıl ettiği kocaman seküler sosyolojik hâllerin sürüklediği kaotik düğümlerin anahtarı da bu topraklarda diye inanıyorum. Bu havzada. Komplekssiz. Bilgece. Dervişçe. Mertçe. Bu toprakların, insanlık tarihi ile başlayan hikmetli hikayelerinde sırlanmış tılsımlarda… Hurafelerle değil, tüm dünyaya örnek teşkil edecek bu medeniyet, sosyal ve haksal adalet, düşünsel derinlik şifrelerinde…

Bu fikriyata inanan, en azından üzerinde düşündüğünü ve davasında olduğunu iddia eden herkesin yeniden bir nefes alıp, teferruatları bir kenara koyup bu olanları şöyle bir süzmesi gerekiyor. Aksi hâlde hiçbir şey güzel olmuyor.

Efendim, fakir güzelce yazamadı ise dahi siz anlayın. Anlayın ve düşünsel metafizik zenginliklerinizde bize de bir dua yer açarak semada hoş seda bırakın…