İnsan olana yakışan tek maske salgınlar için takılandır. Medeniyet maskesi, iyilik maskesi, kardeş maskesi ardındaki kalleşlerden değil belki ama salgından korur. Saydığım bütün bu maskelerin tek ortak noktası var: Takanlarla araya her zaman mesafe koymalı.

"Salgınlar… Onlar hep vardılar. Adı veba, adı sıtma, adı tifo, adı kolera… Yok aslında birbirlerinden farkları. Çok can aldılar." diye başlamıştık "Korona Değil Kolera" adlı yazı dizimizin ikincisine. Geçtiğimiz Nisan ve Mayıs aylarında Eskişehir.Net dergisinde yayınlanan söz konusu yazı dizisi için yüz yıl önce memleketi kasıp kavuran kolera salgınının izini sürmüştük. Osmanlı basınının Eskişehir'den yükselen sesi "Hakikat-Anadolu Sesleri" gazetesini taradığımızda kolerayla ilgili 90 adet haber ve yazı tespit etmiştik. Aslında gazetenin 1911 yılı sayıları salgın haberleriyle doludur. Aynı dönemde üç salgınla birden karşı karşıya gelmişiz. Hatta ilginç bir metaforla salgın hastalıkların "üçlü ittifak" kurduğu söylenir. Zaten o yıl "âfet üstüne âfet" yağmıştır memlekete. Ege'de bir de çekirge istilası gerçekleşmiştir.

Geçmişe yaptığımız bu yolculukta bugünü gördük aslında. Aynı panik ve korku, aynı komplo teorileri… Bugün aşı karşıtı söylemlere karşılık o dönemde de doktorların, kolera ilacı diye verdikleri ilacın zehir olduğunu söyleyenler varmış. Halk bu yüzden doktorlara güvenmiyor ve verilen ilaçları kullanmıyormuş. 4 Ağustos 1911 tarihli "Korktuğumuz Başımıza Geliyor!" başlıklı yazısında Mestan İsmail Bey, "İnsan yaşatmak için uğraşan doktor, hiç adam öldürür mü?” diyerek tepkisini ortaya koyar ve bütün dinlerin din adamlarını halkın yanlış fikirlerini değiştirmek için göreve çağırır. Yine aynı meseleye dair Seyitgazili Şeyhzade İsmail Hakkı Bey gazeteye gönderdiği mektubunda asılsız haberlerin cehalet sonucu çıktığını vurgulayarak "İnsan bunları duydukça cehalete lanetler yağdırıyor da cehaletin en kavi düşmanlardan daha fena ve en dehşetli kolera mikroplarından daha bela olduğuna hükmediyor." demektedir. Kolera mikrobundan daha zararlı, koronadan daha tehlikelisi; onlar hakkında üretilen yalanlardır elbette.

Hakikat gazetesinin 1911'de "memleketimizin yerli hastalıkları" şeklinde belirttiği sıtma, tifo ve koleraya 1918 yılında İspanyol gribi de eklenir maalesef. Konu ile ilgili yaptığımız kaynak taramasında Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün de 1918'de gribe yakalandığı bilgisine ulaştık. Hatta 1919'da Samsun'a hareket hazırlığındayken gribe tekrar yakalanır, bu sefer hafif geçirir.

İspanyol gribi salgınında önleyici uygulamaların başında insanların mümkün mertebe bir araya gelmesini engellemek geliyordu. Günümüzde COVID-19 nedeniyle medyada sıklıkla vurgulanan "Maske-Mesafe-Temizlik" uyarıları o dönemde de vardı. Bir farkla... Maske yerine mendil öneriliyordu. "Öksürük esnasında herkes ağzına bir mendil tutmalı ve öksürüğün yakınında bulunanlar dahi kendi ağzını ve burnunu etrafa saçılan mikroplardan mendil ile korumalıdır." deniyordu. Okul, tiyatro gibi kamuya açık mekânlara kısıtlamalar getirilmiş; konferans gibi etkinlikler de iptal edilmişti. Ancak mali sorunlar, doktor ihtiyacı, ilaç sıkıntısı, yoksulluk ve buna bağlı olarak yetersiz beslenme gibi nedenlerle grip çok can aldı. Hakikat-Anadolu Sesleri gazetesini çıkaran Mestan İsmail Bey yazılarında Eskişehir'e yönelik spesifik bir tedbiri kolera salgını sürecinin en başında söylemiştir aslında: "Demiryolu şehri olması bakımından birçok kişinin gelip geçtiği Eskişehir riskli bir bölgedir. Burada 'intan merkezi' kurulmalıdır." diye... Fakat bu öneri değerlendirilmemiş, koleranın bıraktığı yerden İspanyol gribi tahribata devam etmiştir.

Basın tarihine yönelik yaptığımız taramalarda maske ve koruyucu kıyafetlere dair gördüğümüz iki örnek dikkatimizi çekti. Şehbal dergisinin 14 Mayıs 1911 sayısında yer alan görsellerin birinde sağlık görevlisi olduğu anlaşılan, maske takmış bir erkek figürü var. Fotoğrafın altında "Sirâyet-i marazdan nikâb ile tahaffuz eden tabib" yazıyor. Yani hastalığın bulaşmasından maske ile korunan doktor... Aslında "nikâb" kelimesi Arapça "peçe" anlamına geliyor. Yüzü örttüğünden -günümüzde "maske" dediğimiz nesne- o dönemde "nikâb" kelimesiyle karşılanıyormuş demek ki. Fotoğrafların hem Osmanlı Türkçesiyle hem de Fransızca ile açıklaması verilmiş. Fransızca "Comment les docteurs se préservent de la contagion." şeklindeki cümle de benzer bir anlam taşıyor. Diğer bir fotoğrafta ise baştan aşağı her yeri kapalı insan figürü yer alıyor. Fotoğrafın altında Osmanlı Türkçesi ile şöyle yazıyor: "Lastik elbise ve iyodoformlu serpûş". "Başlık" anlamına gelen "serpuş"un neden iyodoformlu oluşunu araştırdığımızda iyodoformun 20. yüzyılın başlarında sıklıkla kullanılan antiseptik ve dezenfektan olduğunu öğrendik. Daha etkili antiseptiklerin ortaya çıkmasıyla birlikte kullanım oranı günümüzde her geçen gün azalıyormuş.

Fotoğrafın altında "Le Manteau en caoutchouc et le couvre-chef imbibé d'iodoforme." şeklindeki Fransızca açıklamada lastik yerine "kauçuk" kelimesi kullanılmış. Kauçuk, bazı tropikal bitkilerin öz suyundan (lateks) ya da petrol ve doğal gazdan imal edilen esnek maddedir. Ondan imal edilen eşyaya da "lastik" denir. Kelimeler farklı olsa da hem Türkçe hem Fransızca cümlelerde aslında aynı mana kastediliyor. Fotoğrafı "Kauçuk ceket ve iyodoformla ıslatılmış (iyodoforma batırılmış) başlık." diye açıklayan Fransızca cümlede iyodoformun nasıl hazırlandığı ve kullanıldığına yönelik detay da belirtilmiş.

Dönemin maske ve koruyucu giysisi hakkında bu örnekleri sunan Şehbal, 1909-1914 yılları arasında çıkan toplam 100 sayılık bir dergidir. II. Meşrutiyet Dönemi'nin önemli yayınlarından olan derginin ser-levhasında (başlık kısmında) "On beş günde bir neşrolunur ve her şeyden bahs eder, risâle-i musavvere." yazmaktadır. "Her şeyden bahseder" ifadesi bize Eskişehir'de çıkan Hakikat-Anadolu Sesleri gazetesinden tanıdık gelmektedir. Gazete ve dergilerin öğretmen edasıyla boy gösterdiği bir dönemde insana ve hayata dair "her şey"den bahsetmeleri kaçınılmazdır zira.