Her ne kadar kültürümüzde “görünen köy kılavuz istemez” atasözü olsa da, kötü olaylar başımıza gelmeden önce önlem alma anlayışına bir türlü sahip olamıyoruz…

Her gün azalan ya da düzensizleşen yağışların, kuruyan derelerin ve göllerin durumunu hem kendimiz gözlemliyor hem de medya organlarından izliyoruz…

Artık o çocukluğumuzda yazı yaz, kışı kış, baharı bahar gibi yaşadığımız mevsimler beklediğimiz gibi yüzünü göstermiyor, bize…

Ya aşırı seller ya da kuraklık olarak yaşıyoruz, mevsimleri… Yazın bir gün 37 derece ertesi gün 22 derece oluyor, hava sıcaklıkları…

Düğünümüzü yazın açık havada yapalım diyoruz… Ya hava yağarsa ya gece hava soğuk olursa diye geriliyor, gelin ve damat… Ekim zamanı diyoruz tarlayı ekiyoruz, yağışları hasretle ve dualarla bekliyoruz…

Hasat zamanı diyoruz, ürün sular altında kalıyor.

Sadece bu yıl değil, uzun yıllardır yaşıyoruz, iklimdeki bu düzensizlikleri…

Çevreye verilen zaralar nedeniyle yaşamaya başladığımız bu iklim değişikliği, yüzünü bizlere ya aşırı yağışlara bağlı seller/su baskınları ya da kuraklıklar olarak gösteriyor.

Ancak daha çok yerleşim yerlerinde can ve mal kayıplarına neden olan seller akut olarak (ani ve kısa süreli) ortaya çıkarak dikkatleri üzerine çekerken, etkilerini kronik (uzun süreli kalıcı etkiler) olarak daha yavaş gösteren kuraklık adeta gözden kaçırılıyor.

Bu durum, insan faaliyetlerinin “hızlandırıcı” etkisiyle yaşanma sıklığı ve şiddeti gözle görülür bir biçimde artan kuraklığa karşı verilmesi gereken mücadeleyi zayıflatıyor.

Şu günlerde görülen şiddetli yağışlar ise bizleri yanıltmasın…

Genel olarak kuraklık; “tüm iklim bölgelerinde görülen normalin altında yağışların yaşandığı ve bölgelere göre değişen özellikleri olan doğal bir olay” biçiminde tanımlanmaktadır.

O halde zaman zaman yaşanması normal olan bu doğa olayı neden sorun olmaya başladı?…

Çünkü yıllar boyunca fosil yakıt kullanmamız nedeniyle açığa çıkan sera gazları atmosferde birikerek gezegenimizi ısıtarak bir yandan aşırı yağışlara neden olurken diğer yandan kuraklığı tetikliyor.

Sorun sadece yaşanan yağışa bağlı kuraklık değil; nüfus artışı, yanlış su tüketimi ve giderek artan çevresel kirlilik gibi etkenler nedeniyle, bir de insan eliyle yaratılan “kurutma” ile karşı karşıyayız.

Ne yazık ki doğadan kaynaklanan su arzı, ekonominin temel kavramlarından olan arz ve talep dengesine göre işlemiyor. Yani su insanların taleplerine paralel olarak artmıyor.

Çünkü gezegenimizde bulunan toplam suyun miktarı hiçbir zaman değişmezken, sadece niteliği değişiyor…

Sen doğanın en önemli kaynaklarından biri olan suyu al, kirlet, kendine göre barajlarda stokla, sonra “yeteri kadar” ölçüsü dışında vahşi sulama, endüstriyel ve evsel olarak dök/boca et, sonra bunun adı “kuraklık” olsun…

Neden böyle düşünüyorum?

Çevrede bol miktarda su olsa bile içilebilir, kullanılabilir ve ulaşılabilir olmaması kuraklık mıdır?

Bir bölge yeterince yağış alsa bile, insanların suyu bilinçsizce tüketme alışkanlıkları nedeniyle su rezervlerin yetmemesi kuraklık mıdır?

Barajlarımız doluysa kuraklık yok, barajlarımız boşalınca kuraklık var demek doğru mudur?

Bir ilin sınırlarında ya da ülke sınırlarını aşan nehirler, kirlilik yükü artmadan ve doğal akışıyla temiz olarak denizlere ulaşamaması kuraklık mıdır?

Barajlarla ve bentlerle su akış yollarının kapatılması ile alt bölgelerinde yaşayan insanlar için ortaya çıkan su kıtlığı kuraklık mıdır?

Bir gölden, nehirden ya da yeraltından sınırsızca çekilerek susuzluğu giderildiği için kuraklık yaşanmadığını sanan kentlerde, bu kaynaklarda oluşan su rezervlerindeki azalma kuraklık mıdır?

Hayır. Çünkü yaşanan ve yaşanacak olan su kıtlığı sadece yağışa bağlı kuraklığın değil, suyun sınırsız bir kaynak gibi hoyratça kullanılmasından da kaynaklanan bir kurutma halidir… Bunun için sadece yağışa bağlı kuraklığa neden olan etkenlerle mücadele etmek yetmez, insanların sebep olduğu kurutmayla da mücadele edilmelidir.

Leonardo da Vinci’nin şu sözüyle bitirmek istiyorum; “Su doğanın itici gücüdür”.