Geldik bir miladî yılın daha sonuna. 
Efendim, yoğun geçen bir 2019 yılının ardından eğer ömrümüz varsa şimdi sıra geldi 2020’ye. 1989’dan 1990’a girdiğimiz yılbaşı ile 1999’dan 2000’e geçtiğimiz yılbaşlarını da hatırlayan bir fert olarak, 2020’ye dair duam zor olsa da yine ve yine helâl ile yürüyüp onurla devam edebilmek. Böylece gök kubbede bir hoş seda bırakabilmek. 

Gelin size bu yazıda bir kış masalı anlatarak 2019’un son yazısını yazı işlerimize ve sizlere teslim edelim. 
Bundan yıllar yıllar önce, şehirlerden bir şehrin mahallelerinden bir mahallesi varmış. Kışlar çok sert ve sert geçer, sokaklarında sabah namazı için camiye ilk giden Hacı Bey’in ayak izleri… ve köyden gelen muhtarın motosikleti ile çizdiği yolların kılavuz olduğu dönemlermiş. Muhtar Bey şehre gelir, köyden sipariş edilen süt, yumurta ve peynirlerini de yerlerine teslim edip paraları tahsil eder, köylünün acil siparişlerini toplar; iğne, iplik, ilaçlar başta olmak üzere alışverişi tamamlar ve köye dönermiş. Düğünler, yaz aylarında tarla işleri yoğun olduğundan genellikle kışın yapılır ve sıcak evlerde bolca yoğurt harçlı nohutlu naneli düğün çorbası pişer, pilav ve et de ikram edilerek misafirler ağırlanırmış.
İşçi alımları olduğu vakit şehirdeki devlet fabrikalarına yerleşen ve o zamanlar şehrin dışında kalan bölgelere evler yaparak yeni yeni mahalleler de kuran ahali, düğünler vesilesiyle köye gelir, kimileri balık kimileri de boza alarak köydeki hısım akrabayı memnun edermiş. 
Her sene Aralık ayının son günü şehirlerde hep heyecan olmuş. “yeni yıl yeni umutlar” demiş insanlar. Köyde ise hem arazinin hem insanların gökyüzü ile hemhâl olmuş dinlencesi hakimmiş. 
Kar yağmış!
Sevinmiş köylü: “toprak üşümeyecek, toprak yorulmayacak, mahsul ölmeyecek, kuraklık olmayacak.” 
Sevinmiş şehirli: “kar yağıyor, hava temizleniyor, yeni yıl geliyor, geçen yıldaki dertler biter bu yıl inşallah.” 
Böylece geçmiş günler. Geceler uzamış, geceler kısalmış. Doğanlar büyümüş, büyüyenler yaşlanmış, yaşlananlar ölmüş… 
Seneler seneleri izlemiş. 
Derken içlerinden birisi çıkmış, tüm bu olanları yazmak istemiş:
“Ben en çok da kuruyemiş ve kahve kokan torbaları sevdim. Pazardan, genelde elma ve portakal ile biraz da mandalina alan Semiha Teyze’nin, senede bir defa aldığı, paylaşacak kadar da çok olmayan lakin çocuklarına hiç olmazsa senede bir defa tattırmanın heyecanı ile kivi ve muzu bez çantasında ta diplere saklayıp utana sıkıla komşularına mahcup oluşunu sevdim. Sobaların üzerine asılan çamaşırlara kokusu sinmesin diye ayaz gecelerin tüm şiddetine rağmen mutfak ile bahçe kapısının arasındaki boşlukta küçük tüp üzerinde patlatılan mısırların yanında içilen çayı da sevdim örneğin… Aslında tüm bunlar olurken sevdiğim şey, ne mısırdı ne kahve ne kivi ne muz. Bunların içerisinde sevdiğim şey sevgi idi. Ben sevgiyi ve fedakarlığı kanaat ile büyüten zarafeti sevdim. Bir sevgiyi mahcup edecek kadar çok sevdim sevgiyi. Bazen kar tanesi vesile oldu, bazen yeni açmış bir çiçek, bazen bir karga bazen topraktan yapılmış bir çömlek. Elleri kömür kokan annelerin eşine olan sadakat ve hayranlığını, elleri nasır tutmuş babaların bu sadakat karşısında tekrar ve yeniden ilk günkü gibi düğümle eşlerine aşık oluşlarını sevdim. “Üzülme bey, bu da geçer, Allah sağlık versin” diyen hanımların “olsun hanım, canın sağ olsun, yenisini alıveririz.” diyen beylerin kanaatkâr asaletlerini sevdim.
Ve ben en çok dost bağında açan güllerin nasıl sulandığını görünce düştüm bu amansız sevdaya… yani ben, kimsenin gölgesine sığınmadan, büyük harflerle içi boş sloganî yazıtlar yazmayan sessiz devrimleri de sevdim. Çünkü ben, en çok da ahlâk ile yürünen yolları sevdim. Issızlığı göze alarak, ıssızlığa göğüs gererek, ıssızlığa dahi bazen hamd ederek… işte buydu yıllarımın başı da sonu da… işte buydu yollarımın yol da köprüsü de… bu yüzden yoruldum belki ama yılmadım. Bu yüzden kırıldım ama kurulmadım. Bu yüzden düştüm ama durmadım.”
Böyle yazdı yazan ve olanları yazmak isteyen. Fakat kimse anlamadı neden yazdığını. Yazdığı kâğıdı da kuzunede yanan ateşe attı üstelik. Kimseler okumadan…