Bugünler… Ağustos ve Eylül ayları… Zaferlerin ayları.

2003 yılında 96 yaşında vefat eden annemin babaannesi Fatma Ninem anlatırdı. İşgal yıllarında nasıl acılar çektiklerini, nasıl yokluklarla mücadele edildiğini ve ordumuzun Mustafa Kemal Paşa önderliğinde ve milletimizin desteği ile yüce bir iman kuşanarak nasıl yürüyüp gelerek insanlık tarihinin en büyük anti-emperyalist mücadelelerinden birisini vererek Anadolu’da vatanlığımızı perçinlediğini…

Pek çoğumuzun kitaplardan ve filmlerden aşina olduğu, kanatlarında patates presi sarılı uçaklarımızın Eskişehir, Seyitgazi semalarında (Afyon – Kütahya havzasına da geçerek) gerçekleştirdikleri keşif uçuşları sırasında, ellerinde yumurta sahanlarını çırpıp kahvaltıya hazırlanan Yunan askerlerinin çatı saçaklarının altına çekili hâlde (korku ve tedirginlikle) işaret parmakları ile yukarıyı göstererek “Kemal! Mustafa Kemal!” deyişlerini ve akabinde cevaben büyük nenelerin “ya! Kemal! Gideceksiniz az kaldı gavurun tohumları!” diyerek cevap verdiklerini… Dinledim Fatma Nine’mden… Bizans, Selçuklu, Osmanlı yapılarını bir arada tutup da adeta Asya (Özbekistan, Türkmenistan, İran havzası)’dan Endülüs’e ve Cezayir sahillerinden Afrika’ya, oradan da Mısır üzerinden Şam, Beyrut, Ürdün, Hicaz ellerine selam edip her bir zerresinde bu koca coğrafyadan izler tutan Seyyid Battal Gazi Külliyesi’nin gölgesinde dinledim. Hem de Yesrib’i Medine eden medeniyet ikliminin önderi peygamberimiz Hz. Muhammed (sav)’a selam ve salat ederek…

Bu mücadelede sabırla döşeli yollarda kutlu menzile ulaşmak uğrunda her zerresi ile üstün mücadele ve gayret neticesinde Anadolu’nun Türk yurdu ve İslam sancağı olduğunu dünyaya bir kez daha ilan etmiş ve nişanesi olarak topraklara kazımış bir millet… Aziz millet. Hanesinde depremler, seller, büyük acılar ve göçler saklıyken, bunları birbirine koşup yardım etmek suretiyle taçlandıran vefalı millet.

Tabi o savaş günlerinden şehitlerimizin, gazilerimizin minnet duyulacak gayretleri ve azimleri, genç cumhuriyetin ilk yıllarında Atatürk ile başlayan büyük milli atılımlar başta olmak üzere, sonraki siyasi iradelerin de üzerine koyduğu icraatlar ve hizmetler ile bugünlere erdik şükür.

Ve bugün, yani günümüz…

Elbette kendi yetenek ve sahip oldukları güzel yanları vardır, ancak türlü nasiple siyaseten bir yerlere gelmişler… Yani toplumun, milletin verdiği oylarla belediye başkanı, meclis üyesi vesaire olmuşlar... Falanca toplantı için filanca salona ucundan girecek kadar bileti, salonda oturacak kadar da sandalyesi olanlar… Yani bir partiden değil, her partiden. Siyasetin içerisinde hani…

Siyaset neden yapılır diye sorarak, önce millete saygı duyup elinden tutarak… Seçimden önce başka, seçimden sonra başka türlü olmadan…

Dönüp bu tarihi, bu milleti ve hikâyesini sürekli okumalılar ve eğer siyasete devam edeceklerse bu sancıları hiç unutmamalılar. Siyaseti, bu millete hizmet, devletin ve vatanın kalkınması noktasında icra etmek için misyon edinmeliler. Siyaset ve kamusal alan dışında kendi bireysel hayatında elbette kim nasıl isterse yaşayabilir. Ancak milletin verdiği oylarla kamusal paydaş olup gidenler, millete bakarken kaşlar yukarıda, omuzlar dik, burun neredeyse göz hizasında olmamalı. Milleti ciddiye almalı. Millete karşı tuhaf lakayt tavırlara girmemeli. Salonlarda elit toplantılarla ya da kendi “ben”in derdine düşmüş kavgalarla ya da şovlarla da olmaz.

Böyle buna benzer tuhaf haberler duyup işittiğimde Cemil Meriç’e saygı ve rahmet ederek onun çilesiyle sesleniyorum: “Beni kitaplara kaçıran ne çok insan var!”

Bize göre asıl mesele, binlerin kıldığı cenaze namazlarında helalleşip, mahşerî kalabalıklarda adeta denizde yüzercesine eller üzerinde Rabbi’ne koşan bir tabuttan nev bahar kokuları salmak…

Yani gök kubbede bir hoş seda bırakabilmek. 

Büyük cümleler kuracaksak, yani öyle büyük cümleler söylüyorsak, böyle büyük sancılara en azından aşina olmak…  Erdemle, ahlâkla, fakirin fukaranın, ezilenin büzülenin, garibin gurabanın, okula gidemeyen ya da gitmek için bin bir çile çeken çocuğun, alt yapısız şehirlerin, sosyal kültürel tesis eksiği olan mahallelerin - semtlerin derdiyle dertlenerek büyük yaşayacağız… Hiç olmazsa susacağız ve büyük cümleler kurmayacağız. 

Kodları takip edince zaten sosyolojik tavır bakiyeleri yakalanır, sandıktan tepkisel sonuçlarla kızgın, kırgın ve bezgin mesajlar gelmez.

Biz çok konuştuk, en iyisi size bir şiir ikram edip Yunus’umuzun dizinin dibine çökelim:

“Yar yüreğim yar, gör ki neler var,
Bu halk içinde bize gülen var.

Ko gülen gülsün, Hak bizim olsun,
Gafil ne bilsin, Hakk'ı seven var.

Bu yol uzaktır, menzili çoktur,
Geçidi yoktur, derin sular var.

Girdik bu yola aşk ile bile,
Gurbetlik ile, bizi salan var.

Her kim merdane gelsin meydane,
Kalmasın cana kimde hüner var.

Yunus sen bunda meydan isteme,
Meydan içinde merdaneler var.”