İçerisinde bulunduğumuz zamana objektif şekilde baktığımızda herkesin söz konusu birim içerisinde eşit derecede süreye sahip olduğunu görürüz. Örneğin 100 dakikalık bir sınava giren öğrenci grubunu düşünürsek her bir öğrenci sınav için 100 dakikaya sahiptir. Bununla birlikte algılanan zaman göz önüne alınırsa herkesin bu 100 dakikayı eşit derecede algılamadığı söylenebilir. Söz gelimi kimi öğrenciler soruları çabucak bitirdiğini, hatta sınavdan erken çıktığını ifade ederken, kimi öğrenciler zamanın yetersiz olduğundan şikâyet edebilirler. Benzer şekilde bir kişinin farklı yaş dönemlerinde algıladığı zamanlar da birbirinden farklılık gösterebilir. Ayrıca teknolojinin gelişimi ile birlikte birtakım iş ve eylemlerimizin geçmiş dönemlere kıyasla daha hızlı gerçekleştiriliyor olması zamana ilişkin göreli bir algıya sahip olduğumuzu göstermesi bakımından dikkat çekicidir. Buna karşın zamana ilişkin algımız ve yaşadığımız gerçeklik birbirine ne kadar yakınlık gösterirse zamanı daha etkin kullanmaktan söz edilebilir.

Bireyin zaman algısının ötesine geçtiğimizde içerisinde yaşadığımız dönem, toplum ve sosyokültürel bağlamdaki gelişmeler de bizim zamanı algılamamızda etkilidir. Bu durumu açıklayan farklı kavramlarla karşılaşabiliriz. Son birkaç yüzyıl içerisinde yetişmiş bazı Alman filozoflardan mülhem olarak kullanılan “Zeitgeist (Zamanın Ruhu)” kavramı karşımıza çıkar. Zamanın ruhu kavramını, belirli bir zaman diliminde insanların çoğu tarafından algılanan veya hissedilen bir düşünme biçimini ifade eder. Zamanın ruhu bağlamından geçmişten devralınan bu düşünce yapısının kimi toplumlarda klonlanmışçasına sürdürülmeye çalışıldığını veya değişime kapalı bir şekilde varlığının devam ettirildiğini görebiliriz. Kuşkusuz bu durum, yeni bir düşünce yapısının oluşması veya dünyaya orijinal ve yeni eserler, ürünler kazandırılması açısından problemli bir yaklaşımdır. Öte yandan zamanın ruhu, kimi zaman bir kitleye zarar verme, doğayı katletme, hayvanları kısırlaştırma vb. insani ve ahlaki olmayan birtakım durumlar veya davranış kalıplarını da dayatabilir. Bu bağlamda zamanın ruhuna yönelik eleştirel bir yaklaşım benimsemek daha isabetli olabilir.

Zamanın ruhu kavramından farklı olarak, zaman algısına yönelik esaretten kurtulma bağlamında İslam tasavvufunda ve kültür hayatında “ibnülvakt (vaktin oğlu) ve ebulvakt (vaktin babası)” kavramlarının yer aldığını görmekteyiz. Sufi gelenekte yaygın şekilde kullanılan “ibnülvakt” kavramı geçmiş ve gelecek endişesinden kurtulan, vaktin ve içerisinde bulunulan halin gereklerini yerine getiren kişiyi, ebülvakt ise vakit ve halin hükmünden kurtulup zamanda ve hal ve davranışlarında bağımsız şekilde tasarrufta bulunan kimse şeklinde tanımlanmaktadır. Böyle bir anlayış, kuşkusuz ki zamanın da zeminin de gerçek sahibinin Allah olduğu ve O’nun zaman ötesi bir varlık olduğunun idrakine varmayı gerekli kılar. Bu kavramları tanımlarına sadık kalarak deneyimlediğimiz sosyal bağlamlara da aktarabiliriz. Bu bağlamda ibnülvakt kavramını insanın kendi zamanının şartlarına uygun bir anlayış ve yaşam biçimi geliştirebilmesi, ebülvakt kavramını ise bunun ötesine geçerek andan bağımsız ve zamanı aşan bir yaklaşım, eser veya katkı sunabilmesi şeklinde yorumlayabiliriz.

Her ne şekilde algılarsak algılayalım, zaman sermayemizden gidiyor. Ancak bu akış karşısında tamamen eli boş da değiliz. Zamanı daha verimli değerlendirmek ve geçip giden zaman içerisinde tarihe not düşebilmek için zaman ötesi bir bakış inşa edebilmek gerekir. Gerçekten de tarihe mal olmuş şahsiyetlerin bu iki niteliğe sahip olduğu ve bu hususlarda kayda değer bir çaba içerisinde olduğunu görebiliriz. Bu noktada insanoğluna yaşadığı dönemle sınırlı kalmaksızın değer üretme sorumluluğu düşüyor. Dolayısıyla bireysel olarak kişiye düşen, bulunduğu yerde kendi müktesebatı çerçevesinde katkı sunmaktır. Ne mutlu değer üretene, ne mutlu çevresine değer katana! Sağlıkla kalın.