Sevgili Şehrim;

Her insanın hikayesi, şehrinin hikayesi ile başlar; sonra o şehir “çocuğunu” yıllar içinde bütünler, sarmalar. Şehir ve insan birlikte gelişir, birlikte erir; ruh ve cisme dönüşür. Şehirlerin de karakterleri olur ve bu karakter şehrin çocuklarının kaderini çizer. Yaşama atılan çizikler; hayata dair tercihlerin özünü oluşturur. O yüzdendir “Osmangazi çocuğu veya Bağlar çocuğuyum” deyişimiz. Büyümek istemeyiz. Hep o zamanın ve o mahallenin çocuğu olarak kalmak isteriz. Ömrün cenneti çocukluğumuza ve anılara sığınırız. Sen sevgili Eskişehir “Osmangazi çocuğu” olan bana öyle güzellikler bahşettin ki…
Hayata dair keşiflerim seninle başladı… Başarı, hayal kırıklığı, ümit ve yeis hep senin sunduğun olanak ve fırsatlarla gerçekleşti. İlk defa, korku ve arzu karışımı hislerle, yüzme tecrübemi Porsuk’unda yaşadım. Kışlık gıda hazırlıklarımızı bir bağ bozumu heyecan ve neşesiyle temin ettiğimiz Vişnelik… Kemer durağı yakınlarındaki Yazlık sinema… Yıllarca kapısını aşındırdığım, şahsiyet kazanmam da çok büyük etkisi olan nadide kitapları ödünç alarak okuduğum ve ilk üyelerinden olduğum Osmangazi Kütüphanesi. Okuma hevesimi destekleyen Çukur Çarşı’daki çizgi roman takasları.. Lise kaçamaklarında soluğu aldığımız, sığındığımız Bademlik, Nuri Bey, Fidanlık… Komşularımız.. Balkanlardan ve Kafkaslardan gelen farklı kültürlerin, tarzların ortasında adım adım hayata ürkek yürüyüşler. Mahalli kültürü gelenek yoluyla öğrenme fırsatı. Saygı ve hoşgörünün yaşanarak öğrenildiği Sevgili Şehrim, bana sunduğun bu fırsatlar, yaşama dair gözlemlerim ömrüm boyunca rehberim oldu. 
Yüzlerce kere bastığımız o kaldırım taşlarına, kimi zaman hoyratça kimi zaman yumuşakça bıraktığımız aslında ömrümüzdü. Bunun farkında mısın bilmem, ömürler senin kucağında başlayıp, sürüyor ve son buluyor. Sen Eskişehir’sin, zannederim bunu anlarsın. Sevgili şehrim, zaman mekanda yaşanır ve aslında zaman seslerle örülen bir duvardır. Sesler akar durur, dün gibi yakın, sislere karışmış uzak maziden… Tüllerin arasından çıngıraklı bir yoğurtçu görünür; ürperti veren karanlık kış gecelerinin yalnızlığına yoldaş olan, gür sesli bozacıların haykırışları, bekçi düdükleriyle karışır.. Sabahın erken saatlerinde sokağa dalan ve beyaz gelincikler gibi beyaz örtülü hanımları evlerinden sokağa fırlatan “kalabaaaak” nidaları bugünlere ulaşır.  Yaz tatillerinde gidilen Kuran kurslarıyla oyun alanına çevrilen cami bahçelerinde “sela”lar işitilir, yüzlerde kaygı ve merak uyandıran ve hala hayatta olabilmenin saklanan bahtiyarlığıyla.. Şehir seslerle örülür… Eskişehir sen  bu seslerle beni kendine bağladın; adeta kendin yaptın. Kaldırımlarda donup kalan bu sesler, bir oluşun sırrıdır. Aziz şehrim sana ruh veren, işte bu cevherdir. O sindirdiğimiz anılar, seslerle bugüne ulaşır. Köklerinle olan görünmez bağımız, işte bu donmuş seslerin içinde gizlidir. Şehir sesleriyle ve özgür irademizle bizi hapseder. “Es ki es ki es…” sesleri ağızdan ağza gönülden gönüle aktarılırken yaşatılan Eskişehir’dir..  
Odunpazarı’nda, geçmiş zamanların hatırası o eski dar sokaklarında gezerken sevgili şehrim, hissedilen tek duygu zamanın durmuş olduğudur. 
Ete kemiğe bürünüp Yunus olarak görünen Koca Türkmen’in mübarek dudaklarından dökülen yakarışlar, Kurşunlu caminin çinilerinde ilahi olup yankılanır. Yüreklere merhamet bahşeder.  
Taşa, kubbeye bürünüp sessizce dolanır o kol kola asırlara meydan okuyan ahşap binaların kolladığı eğri büğrü sokaklarında.  
İyi ki sende doğmuş ve iyi ki sen de yaşamışım. Ayağımın basmadığı ve sevmediğim bir sokağının olmadığını bilmeni isterim.  Bugün de bana verdiklerini gururla hatırlıyor, koruyor ve seni özel bir şehir olarak selamlıyorum. 
Sevgili şehrim tutuculuktan uzak, empati yaparak yaşamayı; sanatı sevmeyi, okuma sevgisini, geleneklere saygılı olmayı ve geleneksel hayatın inceliklerini,  kısacası insanca yaşamanın ilkelerini seninle öğrendim. Gezdiğim ve yaşadığım dünya şehirlerinden sana koşarak geliyorsam, bil ki bu senin “…………” sahip oluşundandır.