İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Maliye Bölümü Mali Hukuk Anabilim Dalı Öğretim Üyesi olan Prof. Dr. Dönmez, İİBF dekanlılığı, Rektör Yardımcılığı yaptı. Rektör adayı da olan Dönmez, AÜ Hukuk Fakültesi Dekanlığına atandı.

Prof. Dr. Dönmez'in kendi kaleminden özgeçmişi şöyle:

Annemin ve babamın doğum yerleri şu anda Bulgaristan sınırları içinde. Annem, pek çoğumuzun Namık Kemal’in meşhur piyesinden dolayı adını bildiği Silistre’nin bir köyünde dünyaya gelmiş. Babam da yakınlardaki bir diğer köyde. Her iki dedem de 1935 yılında Köstence’den bindikleri bir vapurla Türkiye’ye göç etmişler.

Muhacirlik duygusu ailemde edindiğim en güçlü duygulardandır. Çocukken büyüklerimizden dinlediğimiz “memleket” hikayelerinin benim için ayrı bir lezzeti vardır. Eskiden aile büyükleri “memleket” dediklerinde Bulgaristan’dan kalkıp geldikleri toprakları anlardık. Bizimkiler aslında kendilerini “Romanya muhaciri” olarak tanımlardı. Hicretten, daha doğrusu İkinci Dünya Savaşından sonra Tuna Nehri iki ülke arasında sınır olarak kabul edilince, Tuna’nın Güneyinde kalan ata toprakları da Bulgaristan’a geçmiştir.

Büyükbabamların Köstence’de başlayan gemi seyahati Tekirdağ Limanında son bulmuş. Babamın ailesi Çorlu’nun bir köyüne yerleştirilmişler hükümet tarafından. Soyadımız da bu göçmenlik hikayesinden gelir. Bazı sorunlar nedeniyle dedem yerleştirildikleri köyü terk ederek yakınlardaki bir başka köye taşınmak zorunda kalmış. Ancak, hükümet iskan kanununu ileri sürerek dedemi ilk yerleştirildikleri köye geri dönmeye zorlamış. Tahmin edebileceğiniz gibi dedem dönmemekte direnmiş. Bu arada soyadı kanunu çıkmış. Dedem de herkes gibi ailesine bir soyadı seçmek için hükümet konağına gitmiş. Koridorda beklerken hikayeyi bilen memur (aile içindeki bir rivayete göre Çorlu Kaymakamı) “senin soyadını ben vereceğim” demiş ve geri dönmemekte direnen dedeme “Dönmez” soyadını uygun görmüş. Dedem kızlarını yani halalarımı Çorlu’da evlendirdikten sonra, babam ve amcalarımla beraber ismine eklediği Dönmez soyadıyla Eskişehir’e gelip yerleşmiş. Bu yüzden ailemizin yarısı Trakya’da kalmıştır.

Diğer dedemin yani anne tarafımın aynı tarihlerde Köstence’de başlayan gemi yolculuğu İstanbul’da nihayet bulmuş. Bu seyahat sırasında 12-13 yaşlarında olan büyük dayım, gemi limana yanaşırken küpeşteye yaslanarak izlediği İstanbul manzarasını ve aşağıda koşuşturan ahaliyi sonradan çok canlı sözcüklerle bana anlatmıştır. Annemlerin de önce Zincirlikuyu köyüne ardından Eskişehir’e gelmeleriyle iki muhacir ailenin hayatları kesişir.

50’li yıllar. Köprübaşı.

Çocukluğum her iki dedemin komşu olarak yaşadığı Yenibağlar Mahallesinde geçti. Lafı uzattığımın farkındayım ama Üniversitemizin bir uzantısı olması dolayısıyla biraz Bağlar semtinden söz etmek istiyorum.

Yakın zamanlara kadar Bağlar semti çoğu tek katlı, küçük bahçeleri ya da avluları olan kerpiçten veya harman tuğlasından yapılmış evlerden müteşekkil bir semtti. Her evin bahçesinde genellikle dut, kiraz ya da zerdali ağaçları bulunurdu. Bugün ancak pazardan satın alabildiğimiz dut, çocukluğumuzun sıradan bir meyvesiydi. Mevsimi gelince mahallenin küçük çocuklarının yüzü gözü kara dut yemekten mor-siyah arası bir renge boyanırdı. Zerdali ve kayısıdan geriye kalan çekirdekler de çeşitli oyunlara malzeme olurdu. Artık uzak bir hatıra gibi olan mahalle hayatını bütün karakteristiğiyle yaşamış olmaktan şimdi büyük bir mutluluk duyuyorum. Gerçekten mutlu bir çocukluktu bizimki. Bugünün ölçütleriyle yoksul gibi görünebilir ama, ilginçtir mahallede hiç kimse kendini yoksul olarak hissetmezdi o zamanlar. Yoksulluktan genellikle başkalarına ait bir özellikmiş gibi söz edilirdi.

Bugünkü gürültü kirliliğinden ve karmaşadan eser yoktu o zamanlar Bağlarda. Mahallenin kendine özgü sesleri ve bir kokusu vardı. Çocukluğumun Bağları tren seslerinden, ray tıkırtılarından, vagonlara manevra yaptırılırken çıkan çarpışma seslerinden ibaretti. Bu sesler geceleyin (ki o zamanlar geceler gerçekten gece gibi olurdu) daha esrarengiz bir hal alırdı.  Bekçi düdüklerinin tiz sesini de unutmamak lazım.

Mahalle bazen vanilya kokardı. Özellikle serin yaz gecelerinde bu koku yoğun bir hal alırdı. Vanilya kokusu, bilirsiniz, insanın içini mutluluk hissiyle dolduran bir kokudur. Kokunun kaynağı hemen mahallenin kenarında kurulmuş olan Eti Fabrikasıydı. Mahalleden pek çok kişi de bu fabrikada çalışırdı. Onların da üzerlerine sinerdi bu koku.

Şimdi olduğu gibi o zamanlar da Akademi’de okuyan gençler mahalle hayatının önemli bir unsuruydu. Günümüzdeki kadar yoğun olmasa da okumak için Eskişehir dışından gelmiş bu gençler mahallenin mütevazı evlerinde kiracı olarak kalırlardı. Akademinin kampüsü (o zamanki adıyla Akademi Sitesi) mahallenin çocukları için oyun alanıydı. Ana kapıdan girince tırmandığımız yokuşun solunda kalan bugünkü yemyeşil koru o zamanlar kum ocağıydı. Kum ocağında oluşmuş küçük kovuklar, kovboyculuk oynamak isteyen biz çocuklar için mükemmel bir plato işlevi görürdü. En büyük zevklerimizden bir diğeri de bisikletlerimizi bu yokuştan aşağıya salmaktı. Çevre yolu henüz yapılmamıştı. Bugünkü trafikten de eser yoktu. Pedal çevirmeden son sürat yokuş aşağı gitmenin zevkine doyamazdık.

Ülkü İlkokulunun son sınıfına gelince, hem mahalle hem de sınıf arkadaşım olan rahmetli Sinan Alaağaç’ın (Eskişehirspor’un ve Milli Takımın unutulmaz kalecisi), daha doğrusu onun babasının teşvikiyle Maarif Koleji’nin sınavlarına hazırlanmaya başladık. Sınav başvurusu yapmak için sevgili Sinan ve bir kaç arkadaşımızla mahalleden yürüyerek Tepebaşı’ndaki Kolej binasına gitmiştik. Bugün ilkokul  çağındaki bir çocuğun kendi başına böylesine önemli bir başvuru için başıboş bırakılması pek çok kişiye tuhaf gelebilir. O zamanlar normal karşılanıyordu. Sınav başvuru evrakını teslim eden memurlar da hiç yadırgamamışlardı bizi. Kolej sınavını kazanmamın hayatımın dönüm noktalarından biri olduğuna inanırım. Cumhuriyetin en önemli eğitim hamlelerinden biridir bence Maarif Kolejleri. O zamanlar altı maarif kolejinden biriydi Eskişehir Maarif Koleji. Yabancıların kurduğu kolejlere yalnızca büyük şehirlerde yaşayan sınırlı ailelerin çocukları gidebiliyorken, maarif kolejleri Anadolu’ya da iyi eğitim imkanını getirmiş oldu. Maalesef topu topu altı adet olan bu seçkin eğitim kurumları yaşatılamadı. Hikayeyi biliyorsunuz! Biz de maarif koleji olarak girdiğimiz bu okuldan yedi sene sonra Anadolu Lisesi mezunu olarak diplomamızı aldık.

Üniversite çağına geldiğimizde arkadaş grubumuzla iki konuda kararımızı vermiştik. Birincisi üniversiteyi İstanbul’da okuyacaktık. İstanbul’da okumak ne okuyacağımızdan daha önemliydi. İkinci olarak sosyal bilimler tahsil etmenin daha uygun olacağını düşünüyorduk. Bazılarımız iktisat, bazılarımız da hukuk okumayı tercih etti. Ben İstanbul Hukuk Fakültesine gidenlerdendim. Ülkenin en bunalımlı dönemleriydi Üniversite yıllarımız. Buna rağmen gençliğin verdiği neşe, iyimserlik ve özgürlük duygusu samimi dostluklara dayalı arkadaş ortamıyla birleşince verimli bir dönem geçirdiğimizi söyleyebilirim. Fakülte yıllarında doktora yapanları bir çeşit ‘aziz’ gibi görürdüm. Akademik kariyeri fazlasıyla idealize ederdik. Bu nedenle avukatlık, hakimlik gibi uygulamaya dönük meslekleri yapmayı düşünmüyordum. Mezun olduktan kısa bir süre sonra Anadolu Üniversitesi İİBF mali hukuk anabilim dalına araştırma görevlisi alınacağını öğrendim. Bu haber de hayatımın bir diğer dönüm noktasıydı.