Okuyacağınız öykü tamamen hayal ürünüdür:

O sabahın akşamında ülkenin doğusunda gerçekleşen ve çok büyük bir alanda hissedilip yıkımla birlikte can kayıplarının da yaşandığı deprem nedeniyle gece epey geç uyumuştu. Her sabah erken kalkardı zaten. Çok uyumayı sevmezdi. Kış mevsiminin bu yönü de güzeldi hem, zira sabah namazını kaçırma riski azalıyordu. Bu bir bereketti, lütuftu. Ancak o sabah rüyasında depremin içerisinde, yıkılmak üzere olan bir binada olduğunu görmek, onu uykusundan daha bir başka ayırmıştı.

Gözünü açtığında ezan okunmaya başladı. Kalktı, hazırlandı. Abdest aldı. Mutfağa geçerek çaydanlığa su koyup ocağı yaktı. O namaz kılarken su da kaynar ve kahvaltı için hazırlanmış olurdu. Odaya dönüp seccadeyi yaydığında ezan da bitmişti. Namazını kıldı. Dua etti. Üşüyordu. Özellikle koridorda ve mutfakta neredeyse titreyecekti. Aklı ve kalbi deprem bölgesindeydi zaar. Bir yandan da “acaba bizim şehir hazır mı depreme? Ders çıkarıyor muyuz?” diyerek düşünüyordu.

Duasına dua kattı. Kalktı, seccadesini topladı.  

Mutfağa geçip peynir, zeytin, yumurta, ekmek ve çaydan oluşan kahvaltısını yaptı. Güneş kendisini göstermeye çalışıyordu. Gün ağarmak üzereydi. Bu arada bilgisayarı açıp önce deprem bölgesindeki hava durumuna, sonra haberlere, sosyal medyaya ve köşe yazılarına bakmaya başladı. Çok duygulandığı anlar oldu. Bundan yirmi yıl önce, kendi ilk gençlik yıllarında ülkenin batısında yaşanan çok büyük bir depremde, ciddi kayıplar veren ve topraklarında hâlen hikayelerin diri durup sırlandığı şehirlerden mesajlar vardı. Her biri “attan düşenin halinden attan düşen anlar, biz biliriz acıyı” diyor ve koşuyordu. Bu topraklarda gizlenmiş ve her dem yeniden doğup yeniden filizlenen derya bu idi sanırsa. Nehirler bu topraklarda boşuna havza yapmıyor ve şehirleri birbirine kavuşturmuyordu sessiz sedasız. Nehirler denizlere akarken duaları, acıları, sevinçleri de yüklenip gidiyordu. Sözler azalmış, sesler yerini koşuşturmalara bırakmıştı. Battaniyeler, sobalar, çadırlar çoktan yola çıkmıştı.

Bunları düşünüp süzerken doldu gözleri. Haberlere bakmaya, sosyal medyayı izlemeye ve yazıları takip etmeye devam etti. Tam bu sırada, birkaç paylaşıma rastladı. Sözüm ona aydın birileri henüz depremin üzerinden saatler geçmişken, ülkenin köklü ve tarihi misyonu yüksek sivil toplum kuruluşlarından birisini konu ederek, bu kuruluşu fırsatçılık ve devleti de sanki acziyetle suçlar gibi bir şeyler zırvalıyordu. Daha da acısı, binlerce birey de bu temaya ayak uydurmuş görünüyordu.

“Lügat” dedi o lahza. Önce kendi lügatını sorguladı. Lügatında neler vardı? Neden böyle vardı? Neden öyle yoktu? Bir “b” gelince “öyle”nin başına, çokça “şey”i süzmek daha bir manâ kazanıyordu. Hayretler içerisinde hayrete düşmedi ancak dünya imtihanında içsel mevzileri, seferleri hatırladı. Dünyasına binaen oluşan kelimelerin, düşünsel canlılıklarında seyretti. Eline kalem geçenleri izledi bu an dahi. Baktı, ürperdi. Üzüldü. Zira çökmüştü belli ki düşünsel havzalar. Belli ki akıl araç olmaktan çıkmış, put olup hükmetmişti. Ve akıl, nefs’i de baş sadrazamlığa atamıştı. Kimi siyasilerin henüz bir yıl dahi olmadan evvel elde ettikleri siyasi başarının akıbeti önce özgüvene, sonra rehavete, sonra ağır ağır kibre doğru seyrediyordu belli ki ve kalem mahallinde de böyle neşriyatlar kaçınılmaz oluyordu zaar? Pek çok alanda günden güne hissedilen bu durum, olağan üstü durumlarda daha bir netleşiyor ve vukuu ediyordu.

“Ya hu” dedi, “nedir bu işin aslı? Bir acı var, asırlık bir kurum var, devlet var. En kısa sürede ve derli toplu müdahale edilmiş, 80 milyon kenetlenmiş yüreği yanmış, bir şey yapmak istiyor. İnsanlar yollara düşmüş. İlk defa olmayan ve zorlama içermeyen bir üslupla yardım etmek isteyen milyonlara yol gösterilmiş. “İlla vereceksin” de denilmemiş üstelik. Lügatında “infak” olmayanın kaleminden “idrak” beklemek yanlış olsa gerek, beyhude... Gölge etme, başka ihsan istemem. Muafsın kalemci. Muafsın…” diye içlendi.

Bu arada aklına seyahatler düştü. Hani şu yirmi yıl önce ülkenin batısında gerçekleşen depremde yıkılan beldelere olan seyahatler. Orada dinlemişti hikâyeleri… Günlerce bilinmezlik fırtınasında bitap düşenleri, sıcaktan çürüyen cesetleri, birbirinden habersiz anaları ve çocukları, buzlar üzerinde kimliksiz yatan bedenleri…

Muafsın kalemci, muafsın siyasi, temsilci, sözcü, yazıcı. “Muaf olmamak” da nasip işi…