Hangi parti, hangi ideoloji, hangi duruşta olursanız olun inkâr edemeyeceğiniz bazı somut gerçekler, başarılar vardır.

Sevmeseniz, eleştirseniz, rakibi bile olsanız bu başarının hakkını vermek zorunda kalırsınız.

O isimlerin ortaya koyduğu başarı, vizyon, değişim o kadar baskındır ki, inkar edersem kimse bana inanmaz diye düşünür ve teslim olmak zorunda kalırsınız.

Yılmaz Büyükerşen’de Türkiye’de bunu başarabilmiş nadir isimlerden biri. Bakın sadece Eskişehir demiyorum. Türkiye’de herkesin hakkını teslim etmek zorunda kaldığı, istemese dahi başarısını kabul ettiği nadir örneklerdendir.

Bakın yaptığı her hamle doğrudur, hatasız, kusursuz, mükemmeldir demiyorum. Kusurlarına, hatalarına, eksiklerine rağmen, her gün onu eleştirecek bir doküman bulsanız bile “Çok Başarılı, Çok Zeki, Marka İsim” gibi hak teslimlerini hepimize yaptıran bir isimdir.

Peki, bunları çoğumuz biliyorken neden yazdım? Yazma ihtiyacı hissettim açıklayım !

Buradan Eskişehir’in çok önemli bir eksiğine hatta temel sorunlarından birine ulaşmak istiyorum.

İngiltere’nin aslında sonradan yapılan ama iyi pazarlanan Shakespeare’in evini ziyaretten kazandığı veya Barcelona’nın sadece boş stadyum ziyaretinden kazandığı paraları düşününce bu eksiğe kolayca ulaştım.

Ne yazık ki Eskişehir marka yaratma, öyküleştirme ve pazarlama konularında elindekinin kıymetini pek bilemiyor. Bu konuda üretim yapan, vizyon ortaya koyan ve adım atan Yılmaz Büyükerşen ve ona küçük çaplı eşlik eden çok az insan var.

Eskişehir bu işi Büyükerşen’e bırakmış, kenara çekilmiş. Biz de öğrenelim, biz de ucundan tutalım diye bir çabaya girmek yerine eleştirmeyi dahi tercih edenlerimiz olmuş.

Bir Anıt ve şehir sülietinin fotoğrafı ile bir heykelin verdiği mesajla, bir gondol, bir park, bir şato gibi onlarca detay ile milyonlarca insanın kafasında, ruhunda bir Eskişehir öyküsü oluşturmuşuz.

Bir park göletinde yüzen balık çeşidi, bir köprü kenarında size eşlik eden lamba, oturup dinlendiğiniz bankta yer alan detay dahi önemli ama fark etmemişiz.

Üstelik pazarlamayı bile kötü bir şey zannetmişiz bir aralar. Şimdi kitapları var “Pazarlama Sanatı” diye. O sanatında hakkını vermişiz.

Anadolu’da Avrupa Şehri yakıştırmasını biz değil insanlar yapmaya başlamış. Bu sayede daha çok turist ağırlayan, yaşayanların kendini daha ayrıcalıklı hissettiği, yaşanabilir kentler sıralamasında her yık zirveyi kovalayan, imrenilen bir şehrin insanları olmuşuz.

Tramvay inşa edilirken iş yapamıyorum diyen esnaf 3 sene sonra 2. Dükkânı açmış, Allah razı olsun demeye başlamış.

Masal Şatosu’na niye para harcıyoruz diye sallayanlar düğün fotoğraflarını önünde çektirmiş.

Opera neyimize gerek diyenler konserlerde yer bulmak için torpil aramaya başlamış.

Öğrenciler ahlakımızı bozuyor diyenler Üniversiteler Açılsın diye eylem yapıyor.

Demek ki sancılı başlayan bu işler sonuca erince başarı kaçınılmaz oluyor.

Yaptıklarımız harika ama hala yeterli değil.

Eskişehir öyküleştirebileceğimiz değerler adına gerçek bir maden.

Eskişehirspor’dan tutun, Cumhuriyet dönemi kamu yatırımlarına, Friglerden tutun, Anadolu Osmanlı kumpanyasına, Devrim, Kibele ve hatta Tabakhanesine kadar ne markaları, var olan anlamı başka boyuta taşıyacak ne öyküleri var bu şehrin.

dert edene, cesaret gösterebilecek olana, estetik kaygıları önemseyene fısıldayan öyküler.

Bunları keşfetmek, pazarlamak ve bu konuda sağlam bir mesai harcamak gerekiyor.

Bakın Büyükerşen bu keşif konusunda bile herkesin önüne açmış. Odunpazarı’nda “Kent Belleği Müzesi” var. O bile başka bir öykü ya, siz oraya bir uğrayın. Şehrin geçmişini, isimlerini, hatıralarını bir hissedin.

Özellikle siyaset yapanlar, yapacaklar, şehri yönetmeye talip olacaklar, ekonomi ile çevre ile sanatla ilgiliyim diye dolaşanlar. Lütfen bu işi bir dert edinin.

Ya bu işi Büyükerşen’e bırakmayın ya da Büyükerşen’den Siyaset, yerel yönetim, politika falan değil bu işi bir öğrenmeye çalışın. Sonra diğerleri de oluyor zaten.